28 Haziran 2015 Pazar

Whiplash - Film Eleştirisi

Yazıma Times gazetesindeki film yorumlarının taklidini yaparak başlayayım, hani şu posterin içinde sağda solda yıldızlarla yazılanlardan:

"Tüyler ürpertici!"
"Fevkalade!"
"Gerilim dolu 2 saate hazır olun"

Yıllarca film eleştirmenlerinin ya da sinemanın önemli isimlerinin bu tarz yazılarına anlam yüklemeye çalışırdım; artık yükledim. Whiplash bu 'övgü' dolu kenar yazılarının hepsini fazlasıyla hakediyor. Son dönemde izleyebileceğiniz, izlediğim en iyi filmdir belki. Türü gerilim olmamasına karşın insanı gerim gerim geren, rahatsız eden, sinirlendiren bir başyapıt. Hele hele müziği seviyorsanız, hele ki jazz'ı seviyorsanız, izlememiş olmanız ayıp. Şahsen koleksiyon filmlerim arasına filmi koydum bile; yarışmalar da J.K. Simmons'ı koleksiyonları arasına bir bir koymaya devam ediyor. Her yarışmada boy gösteren Whiplash mutlaka en az bir ödül almadan; ve özellikle en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü almadan o yarışmadan ayrılmıyor. Çünkü J.K. Simmons;  sizi kızdıran, sinirlendiren, evire çevire dövmek istediğiniz ama yapacağı her harekete taptığınız ruh hastası bir karakteri canlandırıyor. İzlerken tüyleriniz diken diken olacak, akan her kan sizden akarmışcasına canınız acıyacak ve kalkıp perdeye bir yumruk atmamak için zor duracaksınız. Çünkü film, sadece Andrew'un sınırlarını değil, sizin de sınırlarınızı zorluyor.


Andrew, ülkenin en önemli sanat okuluna girmiştir ve baterist olmak istemektedir. O sanat okulunun da en önemli yanlarından biri 'Terrance Fletcher' gibi bir isme sahip olmasıdır. Mükemmelliyetçi bir ruh hastası olan Terrance, Andrew'a takacaktır ve Andrew'un sınırılarını sonuna kadar zorlayacaktır. Sınırını bulmakla kalmayacak, tavanı delmeye çalışacaktır. Film, Andrew'un, Terrance'ın bandosuna girme çabasını, kendini kanıtlayıp as baterist olmasını anlatmaktadır. Ama film ilerledikçe sadece filmin müzik boyutunda kalmıyoruz, Andrew'un mükemmele ulaşma savaşında gösterdiği tepkileri ve kişisel değişimine de tanık oluyoruz. Bir nevi müzikal Rocky izliyoruz. Andrew okula gelen sadece bir öğrenci iken Terrance yüzünden manyaklaşacak, kendini kanıtlamak adına kan bile dökecektir. Ne kadar enteresan değil mi? Müzik filmini anlatıyoruz ama kandan bahsediyoruz. Kan, ter, kaza, kavga, sinir krizi, yüksek ses ve isyan ve daha fazlası filmin temellerini oluşturuyor.

Andrew'un kişisel değişimi diğer filmlere nazaran daha farklı çünkü Terrance, Andrew'un içindeki o egoist tarafı 'anında' çıkaracaktır. Ağır ilerleyen bir değişim söz konusu değil, bir anda manyaklaşan ve daha fazlasını isteyen bir ana karakter var filmde. Yani film hiçbir zaman yavaşlamıyor, her an akıyor. Terrance ise tam bir psikopat. 100'lerce alet arasında yanlış notaya basan adamı duyabilecek bir kulağa sahip. Aşırı mükemmelliyetçi ve benmerkezci. O ne derse o olacaktır, o ne isterse o olacaktır, onun 'çıkarları' uğruna bir bando kurulacaktır ve başarıyı o sahiplenecektir. Çünkü o: harikadır. Andrew ise onun karşısına uzun süre sonra çıkan ilk engeldir. Hem onun dediğini yapmaya hazırdır hem de ona karşı gelip kendi dediğini yaptırmak isteyecektir. Böylece filmde bir çatışma başlıyor, kim sözünü geçirecek?

Müzikal anlamda film aşırı derecede doyurucu. Yer yer kulağımızı tırlamalayan sahneleri olmasına rağmen genelde bayram niteliğinde ilerliyor film. Filminde hiç bitmeyen aksiyon sahneleri, özellikle buraya dikkat, müzikal bir film olmasına rağmen hiç bitmeyen aksiyon sahneleri ile filmden kopmanız mümkün değil. J.K. Simmons, Altın Küre ödüllerinin kırmızı halısında filmin 19 günde çekildiğini itiraf etti. 19 gün! 29 yaşında bir yönetmen için muhteşem bir başarı. Damien Chazelle kendini bir filme tarihe yazdırmayı başardı. Filmi şuan hem BAFTA'da hem de Akademi Ödülleri'nde yarışacak. Ve bu önemli ve büyük yarışmaların hepsinden en az 1 ya da 2 ödülle dönecektir.


Damien Chazelle genç yaşta olmasına rağmen kariyerinin en önemli filmini şimdiden çekmiş olabilir. Kurgusal olarak ve görüntü bakımından film kusursuz. Gözü yoran, bizi zorlayan bir çekim yok filmde. Gayet akıcı, filme uygun, temiz bir şekilde çekilmiş film. Davul ve müzik senkronizasyonunda yer yer sorunlar olduğu aşikar ama Miles Teller'dan o şekilde bateri çalmasını beklemek de insan üstü bir istek olur sanırım. Notlarımızın arasına içinde öpüşme olmayan filmler listesine bir film daha diye yazabiliriz. Filmde kadın-erkek ilişkisi olmasına karşın bu çok fazla ön planda değil. Ön planda olan tek şey Andrew ve Tarrance'ın kapışmasıdır. Giriş gayet hızlı bir şekilde oluyor, gelişme cidden insanı rahatsız edebilecek boyutlarda, sonuç ise efsanevi finaller listesine girebilecek kalitede. Çok fazla spoiler vermemeye çalışıyorum çünkü eleştiri yazısı yazmaktan çok teşvik yazısı yazmaya çalışıyorum. Bu film kesinlikle herkes tarafından izlenmeli!

Filmi özetlersek... özetleyecek çok bir şey yok. Gidin ve izleyin. Hırsın, egoizmin, müziğin bu kadar tavan yaptığı bir film daha bulmak çok zor. Nightcrawler'da Jake için manyak demiştim ama bu filmde 2 tane aşırı manyak var ve ikisi de çok gerçekçi karakterler. En iyi olmak için sınırları zorlamak mı gerekir yoksa sınırları aşmak mı? Bir insanın başarılı olabilmesi için ne kadar zorlayabilirsiniz? Müzikal bir filmde ne kadar gerilebiliriz? Hepsinin cevabı için... Whiplash!

Under the Skin - Film Analizi

Bazı filmler vardır izlerken yahu bu adam ne anlatıyor der dururuz.  Filmi bir türlü bir yere bağlayamayız, bağdaştıramayız. Anlamadıkça da daha dikkatli izlemeye başlarız. Her sahneyi, her planı ayrı ayrı irdeler, gördüklerimizi toparlar içler dışlar çarpımı yapar bir anlam çıkarmaya çalışırız. Sinemadan örnekleri referans olarak kullanırız. Mesela Under the Skin birazcık David Lynch kafasında; lakin onun filmerinde bile anlatılan bir şey var, bir akış var. Terrance Mallick mi acaba diyorum, yok, Mallick'in ne anlattığı bazen belli olmasa dahi çok açık filmler yapıyor gayet akıyorlar, bu da değil. Abbas Kiyerüstami mi diyorum, filmin çoğu arabada geçiyor ama konu arabada bağlanmıyor. Film bitiyor, arkama yaslanıyorum ve düşünmeye başlıyorum. Esasında ne anlatıldığını biliyoruz ama  ufak detayları kaçırdığımız için aradaki boşlukları dolduramıyoruz. Under the Skin'i izledikten sonra şöyle arkamıza  yaslanıyoruz; esasında ne anlatıldığının farkındayız ama tam olarak açıklayamıyoruz. Sonra ufak parçaları birleştirince karşımıza çok da aşina olduğumuz hatta dünyadaki en büyük sorunlardan biri çıkıyor karşımıza: kadın ve kadın bedeni!

Başrolünü Scarlett Johansson'un oynadığı film ağır ilerleyen, insanı zorlayan bir çalışma olmuş. Yönetmenliğini Jonathan Glazer'ın yaptığı film bol bol arabada, genelde karanlıkta ve yer yer ormanda geçiyor. Renklerin ve görüntünün enteresanlığı keza konununda ilginç olması sonucu yönetmenin önceki işlerine baktığımızda yönetmenin esasında bir müzik klibi yönetmeni olduğunu görüyoruz; enteresan. Zor bir konuyu çok da temiz ve basit çekerek biraz da olsa beynimizi hafifletmiş. Şimdi bu yazımda film hakkında yorumlarımla beraber bol bol spoiler vereceğim eğer ki izlemediyseniz gelip bana kızmayın. Filmi izledikten sonra hepimiz filmde bir şeyler çıkarıyoruz, bu yazıyı yazma sebebim o kalan boşlukları doldurmak. Ne anlattığını bilmek isteyen sinemaseverler olacaktır.



Gördüğümüz her karenin bir anlamı var.

Mesela filmin en ilginç yanı film esasında bir bilimkurgu filmi. Lakin şunu da belirtmem gerek, insanlık adına bu kadar büyük bir konuyu işleyen bir bilimkurgu filmini ilk defa görüyorum. Şöyle bir yelpazeme baktığımda bir ilkmiş gibi geldi. Çok dünyevi bir konu var ortada: kadın, kadın bedeni ve cinsellik. Baştan başlayalım... Film ışık süzmeleri, Kubrick vari -artık Nolan vari de olabilr- ışık oyunları ve sonsuzluk ile başlıyor. Gayipten bir kadının konuşmasını duyuyoruz. Muhtemelen Scarlett. Dilimizi öğreniyor. Ne enteresandır ki film Amerika'da geçmiyor; İskoçya'da geçiyor. Motorsikletli bir adam var, Fringe izleyenler var ise observer görevinde dersem anlarlar. Bu motorsikletli adam bir araziye gidiyor, karanlığın içine dalıp oradan sırtında bir kadın ile ayrılıyor. Sonra bu kadını bembeyaz bir boşlukta başında Scarlett varken görüyoruz. En büyük spoiler: Scarlett tüm film baya baya çıplak. Gerçi beni kandıramazlar. Scarlett'ın göğüsleri o kadar küçük değil bu sebeple makyaj olduğunu düşünmedim değil. Her neyse... Scarlett bu getirilen kadının bütün kıyafetlerini çıkartır ve kendi giyer. Giyindikten sonra kendini dışarı atar. Kalabalığa karışır. Bunu not edin. Parçaları birleştirelim: Genel plandan binayı görüyoruz; binanın tepesinde 3 tane mavi ışık var. Şimdi ben size bunların uzay gemisi olduğunu söylesem 'aa evet lan' der misiniz? İnce bir detay. Buradan anlıyoruz ki bu elemanlar Uzaylı.

İlk bölümü tamamladık. Karakterlerimiz ile tanıştık. 2. bölüm başlıyor. 2. Bölümün tamamında Scarlett arabası ile insan içine karışıyor, gideceğin yer yol üzerinde ise seni de bırakayım ayağına arabasına aldığı erkekleri tavlayıp evine götürüyor. Gerçi 'tavlamak' dersem filme hakaret olur. Erkeklerin meyilli olduğunu da söyleyebiliriz. Tabii biz merakla izliyoruz film boyunca yahu bu kadın bu adamları niye arabasına alıyor diye? Ev bölümü de kafa karıştırıcı hatta, anlamsız. Ev, sıradan bir ev değil. Bilakis ev değil. Karanlık bir boşluk. İçinde sadece Scarlett ve eve getirdiği erkek. Scarlett soyundukça, erkekler de soyunuyor. Ama bu soyunmalar hep yürürken gerçekleşiyor. En sonunda erkek çırılçıplak kalıyor. Dikkat etmemek elde değil, erkeklerin penisleri hep kalkık. Scarlett'tan ne beklediklerini resmen belli ediyorlar. İşte ilginç kısım bu, yürümeler devam ettikçe erkekler batmaya başlıyor. Scarlett gayet düz yürürken erkekler esrarengiz bir şekilde siyah zemine batmaya başlıyorlar ve en sonunda yok oluyorlar. Scarlett da çıkardıklarını tekrar giyip yeni avı için dışarı çıkıyor. Soru şu: burada ne oluyor?

Biz buna libido diyelim. Libidonun ne kadar yukarıda olduğunu zaten kalkık olmasından görebiliyoruz. Scarlett arabasına kimi alsa erkek onla yatmak dışında bir şey düşünmüyor. Scarlett da anlaşılan erkekleri avlamak için gönderilmiş bir predatör. Species filmi gibi. Ama bu daha farklı. Erkekler eve girdiklerinde soyunmaya başlıyor,  istedikleri kadına doğru yöneliyor ve sonra hop... batıyorlar. Scarlett onları kendi libidolarında boğuyor. Fakat bunu neden yaptığını maalesef bilmiyoruz. Scarlett sadece erkekleri yoldan çıkarıp yok etmeye programlı gibi davranıyor. Hareketlerinden, konuşmalarından bi gariplik olduğunu anlayabiliyoruz. Uzaylı olduğunun, programlanmış olduğunun en sağlam kanıtı dalgıç sahnesidir belkide. Dalgıçtan istediğini alamadığı zaman -dalgıçın boğulması- dalgıçın kafasına vurarak onu iyice etkisiz hale getiriyor ve alıp götürüyor. Fakat sahnenin ürkütücü tarafı Scarlett'ın görevini ne pahasına olsun yapması değil, bebeği orada bırakıp gitmesi. Bebek onun hiç umrunda değil. Keza motorsikletli adam için de. Ruhsuz, görevlerine odaklanmış uzaylılar olduklarını burada daha da bir pekiştiriyoruz.



2. bölümün finali, bölüm sonu canavarı: suratı dezenformasona uğramış adam. Scarlett arabasına bu sefer çok enteresan birini alır. Scarlett için kim, ne olduğu önemli değildir; erkek olması görevini yapması için yeterlidir. Erkeğimizin ise suratı çok kötü haldedir. Çok büyük tümörlerden dolayı suratı 3 kat büyük ve dezenforme olmuştur. Bir insanın kendisine bakması neredeyse imkansızdır. İç güzelliği ile kazanmak zorunda olan biridir. Bilgi vermem gerekir ise filmde oynayan adamın suratı gerçekten öyledir. Kendisine verilen ufak replikler hariç geneli doğaçlamadır. Scarlett bu sefer kendine daha zor bir hedef bulmuştur. Çünkü erkek hayatı boyunca bir kadına dokunmamıştır ve doğal olarak fazlasıyla çekinmektedir. Scarlett ne yapar ne eder onu da eve getirir. Ama uğraşırken çok zorlanır. Dokunmanın gücünü kullanır. Erkeği kandırmayı başarır ama bu sefer kendisinde bir soru işareti oluşturur çünkü erkeğin durumu gerçekten acınasıdır. Her erkeğe yaptığı gibi onu da yok eder. Fakat bu sahnede dikkat edilmesi gereken şey, libido bu sefer tavan değildir. Scarlett onu etkilemek için tamamen soyunmak zorunda kalır hatta onu çeker. En sonunda o da yok olur. Ama...

3. Bölüm başlar. Scarlett binadan ayrılırken aynada kendini görür. Kafasında soru işaretleri belirir. Belkide kendisiyle ilk defa karşılaşmıştır ve bu erkeklerin neye baktıklarını ilk defa görmüştür. Burada işte film boyunca gösterilen yersiz zannettiğimiz o sahnelerin etkisi vardır. Film o kadar ince elenip sıkı dokunmuş ki, gördüğümüz her görüntü filmle alakalıdır. Not edin demiştim, Scarlett'ın kalabalığa karışıp kıyafet baktığı sahnede odak sürekli değişiyor. Mağazadan manzaralar görüyoruz sürekli. Doğal yaşam düzenini simgeliyor bu görüntüler. Aynı şekilde sokak görüntüleri de. Kadın görüntüleri de. Scarlett hepsine tanık olmaktadır. Sokakta düştüğünde insanlar onun yardımına koşar. Şefkat ile ilk defa orada karşılaşır. Uzaylıdır, ama insan olmak nedense ilgisini çekmiştir. Bir ufak detay daha: Scarlett cama çarpan sineği görür. İşte bu da erkeklere yaptığını simgeleyen bir metafordur. Erkekler de sıvının içine tamamen girdiklerinde boşluğa düşmüş olur, kapana kısılırlar. Kapana kısılmışlığın ne demek olduğunu anlayan Scarlett suratı Dezenformasyona uğramış adamı serbest bırakır. Tabii Scarlett'ın ona acıması kurtulmasına yeterli değildir. Anlaşılan o ki motorsikletli observer Scarlett'ın ne yaptığını bilmektedir.  Scalett'ın serbest bıraktığı adamı yolda bulup öldürür.

Scarlett'ın şaşkınlığının devamını pasta yeme sahnesinde görebiliyoruz ama buna en son gelicem. Restorandan kaçan Scarlett otobüse biner ama gideceği yeri bilmediği için yardımsever bir adamın konaklama teklifini kabul eder. Adamın evine giderler. Burada Scarlett'ın insan olmaya uyum sağlamasını görürüz. Müziğin ritmine uyum sağlamak mesela. Kendi güzelliğinin farkına varışını da görürüz. Aynanın karşısındaki sahne. Kendine ilk defa bu kadar dikkatli bakmıştır. Sonrada en çarpıcı sahne gelir; sevişme sahnesi. Film boyunca erkekleri sevişme vaadi ile kandırıp yok eden Scarlett ilk defa gerçekten sevişmeye başlar. Fakat sevişme Scarlett'ın ani kalkışı ile son bulur. Scarlett cinsel organının var olduğunu fark eder. Kendi bedeni ile ilgili son şeyi de öğrenmiştir artık.

Ve filmin sonu... Scarlett ormanda iken kendini bir eve atar. Uyandığında taciz edildiğini görür ve korkup kaçmaya başlar ama adam onu kovalayıp yakalar ve tecavüz etmeye kalkar. İşte filmde dananın kuyruğunun koptuğu sahne buradır. Scarlett'ın kıyafetlerini çıkarırken adam bir anda şok içinde ayağa kalkar. Karşısında gördüğü şey onu korkutmuştur. Kamera döndüğü anda bizde adam gibi şoka gireriz. Scarlett'ın derisi yırtılmıştır, altından siyah bir beden çıkmıştır. Uzaylı resmen ortaya çıkmıştır yani. Buradan anlıyoruz ki uzaylılar dünyaya gelip, insan kılığına girerek aramızda dolaşıyorlar.



En büyük sorunlarımızdan biri...

Yönetmen alt metni o kadar alta yerleştirmişki ulaşması cidden zor. Kadınların erkekler için sadece birer et parçası olduğunu, sadece dış güzelliklerinin önemli olduğunu, içi ile ilgilenmediklerini hatta korktuklarını anlatıyor bize. Pasta yeme sahnesini hatırlayın. Pasta ne kadar güzel dursa da yediği şey Scarlett'ın hoşuna gitmez. Dışı güzel olan bir şeyin içi de güzel olacak diye bir kaide yoktur. Dönemimizin en büyük sorunlarından biri kadını bir meta olarak görmek. Kadın sadece üremek için ya da erkeği tatmin etmek için var olan bir canlı gibi davranılıyor. Karşılaştığı neredeyse her erkeğin kendisine bir sevişme şansı olarak baktığını açık bir şekilde görüyoruz. Hepsinin Scarlett'a hangi gözle baktıklarını, açık bir kapı buldukları zaman sevişmek için her şeyi yapacabileceklerini görüyoruz ki bu dünyevi bir gerçeklik. Kendi tipine, şekline bakmadan herkesin bir kadınla sevişmeye evet diyebileceği aşikar. Scarlett'ın bedeninin yırtılması da açık bir şekilde bunu simgeliyor: Yıpranmışlık.


Kadına gerekli saygıyı göstermiyoruz, dünyanın neresinde olursa olsun. Dünya erkek etrafında dönüyor gibi bir sistem var maalesef. Kadınlar da birer beden, et parçası, seks objesi. Derinin yırtılması net olarak bunu simgeler. Tanıdığımız ya da tanımadığımız fark etmez, imkan olduğu zaman sevişmemek suç gibi. Filmden de görebiliyoruz, kadının tamamen çıplak olması bile gerekmiyor, sadece üstünü çıkarsa bile bir erkeğin libidosunun tavan yapabileceğini net bir şekilde gösteriyor film. Sanırım tebrik etmek gerek; bilimkurgu filmi ile bu kadar gerçek bir konuyu anlattıkları için. Filmin bir mesajı yok aslında. Film, çok farklı bir bakış açısı ile durumun vahimiyetini anlatıyor. Uzaylı filmi olunca 'dünyalar' olarak düşünmeye başlarız. Diyorki: bu dünyada bu var! 

24 Haziran 2015 Çarşamba

Citizenfour - Belgesel Eleştirisi

Belgeseller üzerine çok fazla eleştiri yazılmadığını hepimiz biliyoruz. Kimi belgeseller var ki yazılmayı bırak izlenilmesi için teşfik edilmesi gerekiyor. Citizenfour Akademi Ödüllerinde en iyi belgesel için yarışacağı zaman ilgimi çekmişti ama belgeseli izleyecek hiçbir yer bulamamıştım. Enteresan yanı belgesel hiçbir platformda gösterilmiyordu; sinemalara geleceği de yoktu. Türkiye'de insanlar böyle bir belgeselin varlığından bihaberdi. İnternete düşmesi  ve Filmegitmedenönce.com'un yazması üzerine ben de hakkında bir şeyler yazayım dedim çünkü belgeselin 'izlenmesi ve izlettirilmesi' gereken ender yapımlardan biri olduğunu düşünüyorum.


Bunlar hep Amariganın oyunları lafını çok duyarız. Ülkecek komplo teorilerine aşığız. Her şey bize karşıdır, her şey bize düşmandır. Hep bizi engellemek isterler ama ortaya bir kanıt sunamaz hurafeler üstünden çıkarımlar yaparız. Wikileaks sızıntısından sonra ülkemizde dönen kimi dolapların bazılarını öğrenme fırsatı bulduk; ne kadar gerçek olduğunu size bırakıyorum. Bizim iç işlerimizde dönen gizli işleri bile elin oğlu ortaya çıkartıyor.
Bizler teoriler içinde yüzerken birileri bazı gerçekleri ortaya çıkarmak için çabalıyor, hayatını riske atıyor. Amerika'nın herkesin özel hayatına gizlice karıştığını, onları takip ettiğini, evlerindeki kimi makinalar vasıtasıyla izlediğini ya da dinlediğini anlatıyor belgesel. Aranızda daha önce Edward Snowden ismini duyan var ise belgeselin başrolünde kendisi var. Bilmeyenler için açıklama yapalım: Edward Snowden 2013 yılında bir nevi hayatına son vermiş, herkesten gizli bir şekilde Hong Kong'da yaşamaya başlamıştı. Eski bir NSA(National Security Agency) çalışanı olan Snowden yaşananlara dayanamayıp, olan bitenden herkesin haberi olması gerektiğini düşünüp kimi bilgileri 2013 yılında sızdırmıştı.

Laura Poitras'ın kamerasından çekilen belgesel bu sızdırma olayının ardından Edward Snowdan'ın gazeteci olan Laura Poitras ve Gleen Greenwald ile görüşmelerini anlatıyor. Snowden şifreli bir şekilde ulaştığı Gleen Greenwald'a buluşma teklifinde bulunur ve yaşadığı, gördüğü, bildiği her şeyi ona anlatıyor. Gleen Greenwald'da üstüne düşen görevi yaparak konuyu ekranlara taşıyor ve bu olay Amerika'nın gündemine oturuyor. Bizi takip ediyorlar paranoyası bir nevi doğrulanmış oluyor. Tıpkı -izleyen varsa- Personal of Interest gibi.

Edward Snowden'ın dediğine göre 11 eylül saldırılarından sonra Amerika istediği her kişiyi tercih ettiği bir şekilde takip edebileceği PRISM adlı bir teknoloji geliştirir. Tek tıkla evimizdeki herhangi bir makinaya bağlanıp bizi izleyebilir ya da dinleyebilirler. Terörü önceden saptama adı altında yaptıkları bu girişimin rayından çıktığını, insanlar özel hayatlarına karıştıklarını hatta onlar hakkında bilgi topladıklarını söylüyor. Belgeselin, olayın içinden çekilmiş olması da bizi onun karşısında oturan ve bizzat dinleyen kişi konumuna getiriyor. Anlattıklarını hayretler içinde dinliyor, olanları şok içinde izliyoruz.


Gleen Greenwald ve Laura Poitras, The Guardian ve Washington Post'ta yayınladıkları bu haberler ile Pulitzer Ödülünü kazandılar. Haberlerin yayınlanması ardından önemli kimi avukatların toplanıp bir çare bulma çabasını, düzenlenen 'özgürlüğe müdahale' toplantılarını ve başkan Obama'nın konu hakkında bir açıklamasını belgesel içinde görüyoruz. Paranoya yerini gerçekliğe bırakıyor. Haberlerin ardından Edwars Snowden devlet tarafından vatan haini ilan edilir ve suçlu bulunur. İronik yanı, Amerikan vatandaşları arasında yapılan ankete göre de Edward Snowden kahramandır. Amerika'ya dönemeyeceğini bilen Edwars Snowden şuanda sevgilisi ile beraber Rusya'da sığınmacı olarak yaşıyor.


Belgeselin Türkçe çevirisi olmadığından dolayı filmi ingilizce izlemek zorunda kaldım. İngilizceme ne kadar güvensem de bazı şeyleri tam olarak anlayamadım çünkü yer yer dava konuşmlarına yer yer de teknik konuşmalara şahit oluyoruz. Sağlam bir Türkçe çeviri ile yapıldığı takdirde tekrar izleyeceğim kesin. Akademi adayı olmasına karşın Türkiye'de yayınlanması adına hiçbir girişim yok-tu ben bu satırları yazarken. Kimsenin belgeselden de haberi yok-tu ben bu satırları yazarken. Böyle bir belgeselin izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Başka Sinema sağolsun, belgesel bizlere ulaşmayı başardı. Şimdi sırada izlemesi kaldı.

Neden Tarkovski Olamıyorum - Film Analizi

Son 2-3 yılda, özellikle Fetih 1453'ten sonra Türk filmlerine ilgi inanılmaz derecede arttı. Son yıllarda Türk filmleri yabancı filmlere nazaran daha çok izlenmeye başlandı; bu sebeple Türk  filmlerinde de gözle görülür bir artış başladı. Bunları diziler de aynı hızda takip ediyor. En göze çarpmayan yapımların bile 400-500 bin izlendiği ülkemizde göze çarpan filmler 1-2 milyon izleniyor artık. Yapımcılar iyi para kazanıyor, insanlar sinemaya gidiyor. 2014 senesinde 60 milyon seyirciye ulaştık. Bu her hafta ortalama 1 milyon seyirci demek oluyor. Peki bunca yapım arasında kaç tanesi sinemanın 'özünü' gerçekten yansıtıyordu? İşte Neden Tarkovski Olamıyorum o öze, sinemamızın şimdiki durumuna; hatta televizyonun durumuna, sinemacının durumuna tek tek değinmiş, muhteşem eleştiriler yapmış. Adında Tarkovski olmasına rağmen Tarkovski sadece işleyişin bir parçası. Film ne öyle Tarkovski filmi gibi yavaş ne de anlaşılmaz. Baştan özetini geçmem gerekirse: Son dönemlerde yapılmış sinemanın amacına en uygun ve en iyi eleştiri filmlerinden biri Neden Tarkovski Olamıyorum.


Bahadır'ın elindeki senaryosuna yapımcı bulamamasını, bu sırada da yaptığı ufak tefek işleri ve yaşam biçimini anlatan film Bahadır üzerinden aile-sinemacı ilişkisini, yapımcı-yönetmen ilişkisini, sinemanın esasında hangi durumda olduğunu, sanat sineması-türkiye ilişkisini ve yönetmenlerin geçmek zorunda oldukları yolları anlatıyor. Hepsine en kaba şekilde değinen yönetmen Murat Düzgünoğlu hiç öyle ince mesajlar ile uğraşmamış. Açık açık esasında durumun ne kadar vahim olduğunu gözümüze gözümüze sokmuş. Sinemanın ne kadar güçlü bir silah olduğunu anlayamamış yapımcıların döneminde bu gibi filmler baş tacıdır bana göre. Ki filmden sadece ben değil tüm salon memnun bir şekilde ayrıldı.
Murat Düzgünoğlu son dönemin en iyi açılış sahnelerinden birine de imza atmış. 

Tarkovski'nin Stalker filminde suyun üzerinde paralel ilerlediği o sahnenin aynısını yaparak filme 'ben işi biliyorum' diyerek başlıyor yönetmen. Televizyon filmi çekmeye çalışan Bahadır bir taraftan hayatındaki sıkıntılar ile bir taraftan da setin parasızlık sebebiyle yani kötü prodüksiyon sebebiyle oluşan sıkıntılarıyla uğraşıyor. Yönetmen olmasına rağmen bir türlü düzgün bir iş bulamayan Bahadır kendi filmine ödenek de bulamıyor; sabit bir işi olmadığı için de parasızlık ile boğuşuyor.  Arkadaşlarının onu 'sanat sinemasından' caydırmalarına da kulak asmıyor. Çünkü arkadaşlarına göre isim yapmak için önce 'ana akıma' uymak gerekiyor. Halkın sevdiği, görmek istediği bir komedi, köy ya da cıvık aşk filmi yapması gerekiyor. Bahadır da kendi senaryosunu çekmek ile arkadaşlarının tavsiyesi arasında sürekli gidip geliyor. Çünkü odasında asılı olan Tarkovski'nin sözü geliyor aklına: Kendi ideallerinden vazgeçmeyen biri ileride başarılı olamaz.


Dönemimiz sinemasına iyi göndermelerde bulunan film yapımcıların hatta yönetmenlerin bile sinemayı 'para' amaçlı yaptığını, filmlerini bazı tabular üzerine kurduğunu anlatıyor. Bahadır şans eseri filmi için bir yapımcı ile kendine görüşme ayarlıyor ama ne kadar yazık ki arabesk kafalı yapımcı, Tarkovski'yi, Bergman'ı ya da Kielowski'yi tanımasına rağmen, bilmesine rağmen vıcık aşk filmi yapmayı tercih eden biri çıkıyor. Özellikle de 2 erkek arasında kalan kadın filmi. Dönemimizin dizi sektörü az çok bunun üstüne kurulu dersek yalan olmaz.  Bu da bir nevi sanat sineması-Türkiye ve yapımcı-yönetmen ilişkisinin cevabı gibi.

Aile-Sinemacı ilişkisine de iyi bir şekilde değinen film sinemacıların lanetlenmiş olduğunu kanıtlar gibi. Ailesinden kopmayan Bahadır babası tarafından sevilmesine rağmen çok da takdir ediliyor sayılmaz. Özellikle ne zaman söyleyecek diye beklediğim bir cümle vardı ki o olmasa olmazdı: Senin de aileye bir katkın yok ki. İdealleri peşinde koşan genç sinemacılar parasızlık içinde boğuştuğundan aileler bittabii çocuklarına 'boş iş' kovalıyor gözüyle bakıyor. Kendimden biliyorum. Ailenin diğer çocuğu da sanatçı olma peşindedir. Fotoğrafçılıkla ilgilenen Bahadır'ın abisi de 'photography by' fotoğrafçılarının özü gibi. Hergün Haydarpaşa garını çekmeye giden abisi, 50 tl'lik tripodu, canon marka fotoğraf makinesi ile herkesin çekebileceği türde fotoğraflar çekerek kendince övünen biri. Bahadır'ın biraz da başka şeyler çeksen ya artık demesi üzerine: zaten yıkılacak, otel yapacaklar; çekebildiğim kadar çekeyim, cevabını vermesiyle de sağlam bir devlet eleştirisi yapılıyor. İnce bir gol atmışlar.


Son zamanlarda izlediğim en iyi eleştiri filmi olan Neden Tarkovski Olamıyorum, Tarkovski'yi de çok kaba bir şekilde kullanmış. Tarkovski'nin Stalker'ını izlemeye çalışan Bahadır'ın arkadaşları filmi izlerken o kadar çok sıkılıyorlar ki biri içeri makarna yapmaya gidiyor öbürleri tavla oynamaya başlıyor. Hiç ince mesajlar vermek ile uğraşmayan yönetmen açık açık Türk halkının büyük bir bölümünün bu tarz filmleri izleyemeyeceğini belirtiyor. En ironik olanı da Bahadır'ın arkadaşlarından biri olan yabancı uyruklu arkadaşı filmden hiç sıkılmıyor, nice movie diyerek izlemeye devam ediyor. Batı-doğu farkı oluşturmak istemiş ise yönetmen gayet başarılı olmuş.


Filmin çekimlerine ya da görüntüsüne hiç değinmeyeceğim çünkü film senaryosu ile istediği yere ulaşıyor. Anlatılmak istenen ince mesajlar ile değil, bir amatör kısa filmci edasında gözümüze gözümüze sokuluyor. Stalker izlerken sıkılıp tavla oynamaya başlayan adamları ben yapsam döverler ama Murat Düzgünoğlu yapınca olmuş, yedirmiş. Yapımcıların esasında ne istediği, televizyondaki ya da sinemadaki yapımların kasten yapıldığı, bizi salak yerine koyup para kazanmaya çalıştıklarını açık açık anlatıyor film. Bunun yanında sanat sinemasının Türkiye'de para etmeyeceğini, yapmak isteyenlerin imkansızlıklar ile uğraştığını, idealleri olan yönetmenlerin elektrik ya da su faturası ile boğuştuğunu da anlatıyor film. Ailelerin sinemacı oğullarına ya da kızlarına 'boş iş' yapıyor gözüyle baktığını da dile getirerek benim gönlümde taht kurmayı başardı film. Başarılı bir eleştiri filmi Neden Tarkovski Olamıyorum çoğu insan tarafından bilinmese de izlenilmesi ve izletilmesi gereken bir film bence. Bu tarz sinemanın özüne uygun eleştiri filmlerinin çoğalması gerektiğini düşünüyorum. Hele hele her yazımda dile getirdiğim maddi imkanlar adına bu film tam bir referans. Büyük meblağlar harcanmamış olmasına rağmen senaryosunun kalitesi sebebiyle film benim gözümde 10 üzerinden 10 alacak derecede iyi.

22 Haziran 2015 Pazartesi

Atatürk ve Sinema

"Bu arada da Hakkı Saygıner bir anısında; 1937 yılında trakya manevraları
sırasında Atatürk “İstiklâl” filminin genişletilmesi için kurulan heyette görevli
Nurettin Baransel’den “filmin tamamlanıp tamamlanmadığını” sorar. Hayır, film
henüz tamamlanmamıştır. Peki sebep…. Baransel bu sebebi şöyle izah eder:

-Size ait sahnelerin ekserisi hareketsiz resimlerden ibaret paşam.
Bu yüzden film tamamlanamadı.

Atatürk bir an kaşlarını çatar, sonra şu cevabı verir:

- Ben hayattayım. Milli mücadeleye ait bütün evrakım, kılıcım,
çizmem halihazırda mevcut olduğuna göre çağırdığınız anda bana düşen
vazife ve görevi yapmadım mı? Böyle bir teklif karşısında kalsam
memnuniyetle kabul eder, bir artist gibi filmde rol alır hatıraları
canlandırırdım. Bu, milli vazifedir. Çünkü Türk gençliğine bu mücadelenin
nasıl kazanıldığını canlı olarak ispat etmek, hatıra bırakmak bu filmde
mümkün olacaktır"

 Fakat kendisinin bu isteği gerçekleşmez çünkü isteğinden kısa bir süre sonra hastalanır. Lakin yaverlerine verdiği emir ile gereken boşlukların doldurulmasını ister ve temsili çekimler yapılarak o boşluklar doldurulur.

  Atatürk esasında sinemayı seven ve önem veren biriydi. Fakat kurduğu yeni ülkenin düzenini sağlamak ile meşgulken sinemaya ayıracak vakti yoktu. Biraz da ülkede burjuva kesiminin olmayışı ve diğer ülke liderlerinin sinemayı hep propaganda için kullanmış olmasından dolayı geri durmuş olabilir. Vakit ayırmayı istediği zaman da kader izin vermemiş ve onu yataklara düşürmüştür. Perdelerde olan tek görüntüsü de İstiklal filmindeki halka seslenişidir. Kader onun kamera karşısında oyunculuk yapmasına izin vermemiş, bizi büyük bir gururdan ve mutluluktan etmiştir. Olsun, perdelerde olmasa bile gönüllerde yer aldığı için bunu dert etmiyoruz. Hatta yer alamamasına rağmen sinemanın ne kadar önemli bir icat olduğunu bilip desteklemesi bile yeterlidir.

"Sinema öyle bir keşiftir ki, gün gelecek barutun, elektriğin ve kıtaların
keşfinden çok dünya medeniyetinin vechesini değiştireceği görülecektir.
Sinema, dünyanın en uzak uçlarında oturan insanların birbirlerini tanımalarını,
sevmelerini temin edecektir. Sinema insanlar arasındaki görüş, görünüş
farklarını silecek; insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır.
Sinemaya lâyık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz"



 İleri görüşlülüğünü bir daha göstermiş, benim gibi genç bir sinemacı için büyük bir gurur olmuştur bu söyledikleri.  Biz de dediği gibi, genç sinemacılar olarak: sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermek için çabalıyoruz, her daim, izindeyiz.


20 Haziran 2015 Cumartesi

12 Yıllık Film: Boyhood

Senenin sonuna yaklaşırken sinema eleştirmenlerince 2014'ün açık ara en iyi filmi diyebiliriz artık. İzleyen herkesi, gerek içeriği gerek de yapım süresi ile etkilemeyi başarmış Boyhood. Bilakis yapım süresi ve bunun düşünülmüş olması sanırım en büyük etken beğenilmesinde. Duymayan kalmamıştır gerçi ama film tam tamına 12 senede çekildi. Film başladığından Mason karakterini canlandıran Ellar Coltrane tam 7 yaşındaydı. Film bittiğinde ise kendisi 19 yaşında Üniversite okuyan bir delikanlı olmuştu. Filmi ilgi çekici yapan nokta bu. Hiçbir kurgu oyunu, makyaj oyunu olmadan tam tamına 12 sene boyunca çekilmiş bir film.

Filmi beğeneninin yanında beğenmeyeni de çok. Beğenmeyenlerden bahsetme sebebim de değinmek istediğim konu ile örtüşüyor. Filmi beğenmeyenlerin sebebi şu: senaryo yok, hikaye yok, bir şeye bağlanmıyor. Boyhood sıradan bir hikaye örgüsüne sahip değil. Bir başlangıcı ya da sonuç yok filmde. Tamamen gelişmeden oluşuyor. Başlangıcı doğum, sonucu da ölüm olarak kabul edebiliriz. O zaman filmde anlatılan her şey, hayatın gelişmesinden ibaret. Film, doğum ile ölüm arasında 12 senelik bir sürece bakış atıyor sadece. Ki seçilen seneler bence en değerli seneler. Çünkü kişinin fiziki ve manevi değişiminin en çok olduğu seneler bu senelerdir. Bir nevi, Mason 19 yaşında ölse, hayatı gözlerinin önünde film şeridi gibi geçince göreceklerini izliyoruz.



Tabii filmin içinde bir sürü şey oluyor. 12 sene boyunca birçok hayatın parçası olup ayrılıyor Mason. Filmin başında Mason'ın annesi, babası ile ayrılmaya karar verir. Mason ve kardeşi -yönetmenin kızı- Samantha ayrı yaşamaya başlar, baba da tüm film boyunca yani 12 sene boyunca sürekli onları haftasonu ziyarete gelip eğlendiren o adamı canlandırır. Mason'ın annesi 2 çocuğuna bakmak için birçok zorluğa katlanmak zorundadır. Bu zorluğu aşmak için bir üniversite hocası ile evlenir ama adamın yıllar sonra pis bir ayyaş olduğu anlaşılır. Anne de çocuklarına zarar gelmemesi için ondan ayrılır. Bu 12 senelik süreçte çocuklar sürekli okul değiştirirler. Anne bile her sene kendine yeni bir şey katmış şekilde karşımıza çıkar; hatta en sonunda üniversite öğretmeni olmayı başarır. Değişmeyen tek şey haftasonları gelen babadır. Filmde büyümesi gereken çocuklardır; anne sabit, olgun bir karakterdir, fiziki hiçbir değişim geçirmez, geçirmeyeceğini de biliriz; ama bu süreç içerisinde öğrenmenin, gelişmenin yaşı olmadığını görebiliriz. Birkaç yıl sonra anne tekrar birisi ile evlenir ve çocuklar için yeniden yepyeni bir hayat başlar. Fakat bu evlilik de uzun sürmez. Çocuklar sürekli bir değişimin parçasıdır, anne bir yere tutunmaya çalışırken onlar da annenin yanında sürüklenip dururlar. Ama görüyoruz ki azmedince ve zamana bırakınca her şey yerine oturabiliyor. Anne işlerini yoluna koymaya başarır. Mason üniversiteyi kazanır. Babaları biri ile tanışır, onla evlenir hatta çocuğu olur. Filmin sonunda azmedince her şeyin yerine oturabileceğini görüyoruz.

Filmi etkileyici kılan yanı sadece çocukların ve annenin hayatla mücadelesi değildir. En etkileyici yanlardan biri de büyümenin ne kadar mucizevi bir şey olduğudur. Çocukken çok tatlıydın lafının ne kadar da gerçek olduğunu canlı bir şekilde izlettiriyorlar bize. 7 yaşındaki Mason gayet tatlı, sevimli ve şeker bir çocuktur. Can çıkar huy çıkmaz derler ya, 7 yaşındaki umursamaz çocuk 19 yaşında da aynıdır. Ama 7 yaşındaki o sevimli veletin git gide nasıl çirkinleştiği ya da bu kaba olduğu; nasıl olgunlaştığını 3 saate görebiliyoruz. Kardeşi ile yaş farkı olan insanların ya da çocuğu olan anne ve babaların bu filmi izlerken duygulanmaması mümkün değil bence. Ellerimde büyüdü lafı çok da doğru bir laf. Filmin başında şeker bir çocuk sonunda inanılmaz derece değişmiş, alakasız biri olmuştur. Önüne konan yemeği yiyen çocuk filmin ortalarında arabanın arkasında sevgilisi ile öpüşmektedir. Ya da süt içen o çocuk artık sigara ve alkol kullanmaktadır. Hepsi 3 saate sığdırılmış bir durumda.



Filmi beğenen insanların bu mantıkla beğendiğine eminim. Hem yapım olarak çok deneysel bir çalışma hem de 12 senelik bir süreci 'gerçekçi' bir şekilde anlatıyor olması fazlasıyla etkileyici. Şahsen kendimden küçük yaşta insanlar ile büyümüş biri olarak ben de filme duygusal yaklaştım. Daha okula yeni başladığını gördüğüm insanlar ile artık oturup iş konuştuğumu, beraber içmeye gittiğim bildiğimden dolayı ve bunun ne kadar muazzam bir şey olduğunu fark ettiğimden dolayı filmi çok beğendim. Düşünsenize, kardeşiniz oluyor, okuldaki ilk gününde yanındasınız. Sonra zaman akıyor ve  karşınıza çıkıp üniversiteyi kazandım diyor. Artık güçsüz, çelimsiz, yardıma muhtaç insan değil o. Filmde de biraz bu var. Filmin başlarında Mason annesinin koruması altındadır. Zaman ilerledikçe annesi bile Mason'ın ne yaptığı nerede olduğunu bilmez. Değişim bütün 'gerçekliği' ile verildiğinden dolayı eleştirmenler de listelerinin ilk 3 sırasında Boyhood'a yer vermiş. Bana sorsanız izlenmesi gereken filmler listesinde yer almalı bu film. Yapan Richard Linklater da bir köşeye not edilmeli. Deneysel sinema tarihini iyi bilen biri olarak böyle bir yapımın olmadığını söyleyebilirim; en azından ben okumadım duymadım. Böyle bir yapıma imza attığı için bile Richard Linklater hiçbir zaman unutulmaz gibi geliyor bana.

3 saat içinde 12 seneyi  anlatmak o kadar da kolay değil tabii. Yönetmen bunun altından kalkmayı başarmış. Çok bilinen karartma geçişleri yerine ani kesmeler ile bize farkettirmeden yıl yıl ilerliyor film. Çok keskin geçişlerde değiller, seyirciyi rahatsız etmiyorlar diye düşünüyorum. 12 seneyi 3 saatte çok temiz ve akıcı bir şekilde izlettiriyorlar bize. Yıllar ilerlerken filmde değinilen konular yerinde diye düşünüyorum; kadın ve kadın bedenine ilk bakış, ailenin ayrılması, okul değişiklikleri, sürekli değişen arkadaş çevresi, babanın ziyaretleri ve konuştukları konular, cinsel temas, üvey baba ile anlaşamamalar ve daha fazlası. Özellikle baba ile çocukların sohbetleri  iyi seçilmiş. Hayata dair ve çocukları bilinçlendirmeye dair sohbetlere yer verilmiş hep. Çünkü çocuğunuz 14-15 yaşına  geldiğinde karşı cins ile ilgilenmeye başlayacak ve sizin bunun hakkında konuşma yapmanız gerekecektir. Bu her ailenin başına gelebilecek bir durum olduğu için de yönetmen bu tarz konuşmaları tercih etmiş film boyunca.


Sinema tarihinin yapılmış en enteresan, en zahmetli ve belkide en uzun sürede çekilmiş filmi diyebiliriz Boyhood için. İzlenilmesi gereken bir başyapıt olarak görüyorum filmi. Özellikle çocuğu olan aileler, kardeşi olan abi-ablalar ya da küçüklerle beraber büyüyen insanlar için çok şey ifade edecektir film. Gözümüzün önünde büyüyen çocukları izliyoruz 3 saat içinde. Farkında olmadan 12 sene gözlerimizin önünden akıyor gidiyor. Bir başlangıç ya da sonuç yok filmde; hayatın 12 senelik bir dilimini hatta bir insanın fiziki ve mental olarak en çok değiştiği seneleri izlettiriyorlar bize. Bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, hemen filmi bir yerlerden bulup izlemeye başlamanız gerek. Eminim ki ilginizi çekmiştir; koleksiyonunuza eklenebilecek nadide eserlerden biri Boyhood.

Ramadi Şeytanı: American Sniper

Clint Eastwood'u bilen bilir, kendi topraklarını yüceltmeyi, kendi ülkesinin insanlarını vurgulamayı çok sever. Milliyetçilik dendi mi akla gelen ilk isimlerden biridir kendisi. Böyle olunca tabii American Sniper gibi gerçekten yaşanmış bir hikayenin kitabı onun için biçilmiş kaftan oluyor. Clint Eastwood'a sadece okuması ve çekmesi kalıyor. American Sniper, Chris Kyle adında bir amerikan nişancısının nam-ı değer Ramadi Şeytanı'nın Irak-Amerika savaşındaki hikayelerini anlatıyor. Yazan da bizzat kendisi. Görevi, kara askerlerini çatılardan uzun namlulu silahı ile koruması olan Chris Kyle denilene göre Irak'ta tam tamına 255 kişiyi öldürmüş, Irak'ta başına 20 bin dolar ödül konmuş, orada bir efsane olarak anılıyormuş. Konu ilgi çekici, gerçek ve hazır olunca Clint Eastwood hiç acımamış ve kitabı filme çevirmiş. Baş rolünde Chris Kyle'a kardeşi kadar çok benzeyen Bradley Cooper'ın oynadığı film beğenilmesine rağmen çok fazla tepki aldı. Sebebi de Chris Kyle'ın Amerika'nın kahramanı olarak yüceltilip savaşta öldürdüğü insanları meşru kılması.

Chris askerlik eğitimini nişancı olarak yani sniper olarak alır. O kadar yeteneklidir ki poligonları vurmayı bırakıp poligonların arkasında gezen yılanları vurabilecek kapasitededir. Chris diğer askerlere nazaran daha mütevazi biri olduğu için savaş karşıtı olan Sarah'ı etkilemeyi başarır. Sarah ile evlenmesinin ardından 11 eylül saldırısı gerçekleşir. Amerika artık kendine doğuya saldırmak için bir sebep bulmuştur ve bu sebepten ötürü Chris askere çağırılır. Hikayemiz Chris'in Irak'a yaptığı 4 askeri turu anlatmaktadır. Chris'in Irak'ta asker arkadaşlarını korumaya çalışırken büyük küçük kimseyi ayırt etmeden vurmasını, çatışmaları ve Chris'in ülkesine her döndüğünde sessizliğe bir türlü alışamayıp vatana hizmet aşkıyla Irak'a geri dönmesini izliyoruz. Chris savaş alanında gördüğü ve öldürmek zorunda olduğu insanlardan dolayı psikolojik problemler yaşar. İçten içe de asker olmayı seven biridir. Karısına her dönüşünde en sonunda tekrar savaşı tercih edecek, karısını akan göz yaşları içerisinde orada bırakıp gidecektir.



Filmin günümüz sinemasına kattığı ne var dersek çok da bir şey yok diyebiliriz. Bir sniper'ın gözünden 2 saatlik bir film izliyoruz. Konusunun tartışmaya açık olması dışında sıradan bir savaş filmi. Kötü mü? Hayır. Gayet ilgi çekici ve heyecanlı bir film. Sinemada izlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum. Özellikle çatışma sahnelerinde ve Chris'in alması gereken saniyelik kararlarda heyecan doruğa çıkıyor, izleyeni koltuğa mıhlıyor. Olması gereken de buydu zaten. Özellikle Irak'ın efsanevi sniper'ı ile kapışmaları filmi ilgi çekici kılan yönlerden biri.

Filmin konusuna gelecek olursak; film birçok kişi tarafından eleştirildi. Clint Eastwood bu. Çektiği her savaş filminde mükemmel derecede milliyetçilik yapan yönetmen bu sefer de sonuna kadar yapmış hatta biraz da abartmış. Kitapta geçiyor mu bilemem ama filmde Amerikan askerleri mağdur, Iraklı insanlar ise vahşi, barbar, terörist olarak gösterilmiş. Öldürme içgüdüsünün yaşla sınırlanmadığı çocukların bile el bombası atabileceği bir film. İş böyle olunca eleştiri okları hemen filme atılıyor. Chris Kyle, yaptığı açıklamada: karşımdakileri bir insan olarak görmedim, benim işim arkadaşlarımı korumaktı, bende bunu yaptım, diyor. Filmde de aynen bu var. İşi arkadaşlarını korumak. Ne kadar vurmadan önce hep tedirgin olsa da işini sonuna kadar yapan biri.



Irak savaşında ölen insanları meşru kılan bu film tabii ki Amerikan Akademisi'nin gözbebeği olmayı başardı. Martin Luther King'in anlatıldığı Selma ile beraber 2015 Akademi ödüllerinde en iyi film için yarışan  2. millitçi film oldu. Milliyetçilik yapan filmlerin Akademi tarafından ne kadar sevildiğini, bol bol ödüllendirildiklerini takip eden herkes bilir. Mesela; The Hurt Lucker ya da Zero Dark Thirty.


Filmi çok da fazla irdeleyip bu suçlu bu haklı demek istemiyorum. Sonuç olarak filme, film olarak bakıyorum ve izlediğim filmi gayet beğendim. Tabii film Akademi Ödüllerine aday olabilecek ya da Bradley Cooper'ı en iyi erkek oyuncuya aday yapabilecek kalitede bir film değil. Nightcrawler'ın Jake Gyllenhaal'ı bile listeye giremezken Bradley'nin girmesi haksızlık olmuş. Bunun dışında baktığımızda gayet heyecanlı ve güzel bir film olmuş. Sinemada para vermek istemiyorum diyorsanız evinizde patlamış mısır yerken izleyebileceğiniz kaliteli bir film olmuş.
 Türk sineması 90'larda resmen ölü taklidi yaparak ortadan kayboldu. Eşkiya ile geri dönüş yapan Türk sneması 2000'lerde kendini anca topladı ve şimdilerde adını bazı yönetmenler sayesinde az biraz duyuruyor, çok şükür. Peki avrupa ülkeleri bu kadar gelişmiş, ders konularımız olmuşken, biz neden ders konusu olamayacak kadar başarısız olduk? Bunun genel itibari ile 15 sebebi var. Hepsi de Türk sinemasının gelişememesinde çok büyük rol oynamıştır. Bu nedenlerin hiçbiri de benim kişisel seçimim değil, bizzat nedenlerdir.

1) Osmanlı İmparatorluğu'nun Sinemaya Sıcak Bakamaması
 1895'in 28 Aralığında Lumiere kardeşler sinemayı bulduğunda, Osmanlı İmparatorluğu dış güçler ile boğuşuyordu. Her ülkeye olduğu gibi sinema bizim topraklarımıza da 1896 yılında geldi. İlk film gösteriminin sarayda yapıldığı söylenir. Lakin durum şu: avrupa ülkeri ve ana akım olan Amerika bir nebze rahat iken, Osmanlı rahat olmadığı, sürekli bir savaş ve işgal durumunda olduğundan maalesef sinemaya önem verememiştir. Hak vermek de gerek. Sinemaya sahip çıkacak biri de ancak 1897'de gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer ülkeler gibi sinemaya balıklama dalması pek mümkün olamadığından, maalesef sinemamız te 1914'lere kadar gecikmiştir.

2) Başarısız Arşivcilik
 İlk türk filmi hep bir tartışma konusudur. İlk Türk filmi olarak sayılan Ayastefanos'taki Rus abidesinin yıkılışı 1914 yılında çekilmiştir ve Fuat Uzkınay'a aittir. Lakin Osmanlı topraklarında ilk çekimleri avrupalılar yapmıştır. Osmanlı tebasında olup da ilk çekim yapanlarda Makedonyalı Manaki kardeşlerdir. Kendileri, köken olarak Türk olmadıklarından dolayı ilk Türk filmi, çektikleri 'V.Sultan Mehmed Reşat'ın Manastır ve Selanik ziyareti' değildir. Bizim ilk filmimiz hangisidir tartışmaları yıllarca sürmüştür. Sürmesinin sebebi de arşivciliğin olmamasıdır. Bunu gene savaş haline bağlayabiliriz. Manaki kardeşlerin çektikleri belgeselimsi film Makedonya'da müzede sergilenmektedir. Bizim ilk filmimiz ise 2000'lerde hala tartışılıyor, gizemi ise yeni çözülmüş durumda.
"Bu film 1941'de Ankara'ya nakil edilirken ambalaj yapılırken üst üste sarılmasından ötürü diğer arşivdeki filmlere karışmıştır" (Evren. 2003, s. 12-13)
Durumun vahimliği ortada.

3) Muhsin Ertuğrul ve Tiyatrocular Dönemi
 Ülkede sinema yapacak adam yoktur. Sadece bir kişi bu işe kalkışır: bir tiyatrocu olan Muhsin Ertuğrul. Seden kardeşleri ikna ederek Kemal Film'i kurdurur ve Türk sinemasına 17 sene boyunca kilit vuracağı ilk filmlerini bu şirkette yapar. Muhsin Ertuğrul o dönemde sinema yapan tek kişidir. Ama şöyle de enteresan bir durum var; o sinema yapmasa başkası yapmazdı diyemeyiz. Muhsin Ertuğrul ne kadar sinemaya büyük katkılar yapmış olsa da, 1922-1939 seneleri arası, kendisinden başka kimsenin sinema yapmasına izin vermediği iddia edilmiştir. 17 sene boyunca sadece tek başına bir insanın film yapıyor olması, başkasının çıkıp film yapmak istememesi açıkcası bana mümkün değil gibi geliyor. Gücü eline almış biri olarak genç sinemacılar çıkaramamış olması, kimseye öncü olamamış olması bana çok ama çok garip geliyor. Muhsin Ertuğrul, genç sinemacıları engelleyerek sinemanın gelişmesine büyük bir darbe vurmuştur diyebiliriz, iddiaya göre. Fakat sadece bunu yapmamıştır.

4) Yapı Kredi Fiyaskosu
 Muhsin Ertuğrul sıra sıra filmlerini yaparken Yapı Kredi bankası kendisine sponsor olmayı kabul eder. Seneler geçtikçe geçiyor, avrupalı ne filmler çıkarıyordu, bizim daha bir renkli filmimiz bile yoktu. Yapı Kredi yardımı ile Muhsin Ertuğrul ilk rekli filmi çeker. Filmin adı: Halıcı Kız. Lakin film tam bir fiyasko oluyor. Başarısızlık sebebiyle Yapı Kredi büyük zarar ediyor. Zarar sonrası da elini ayağını sinemadan çekiyor. Muhsin Ertuğrul'un başarısızlığı sebebiyle Yapı Kredi gibi güçlü bir para kaynağı sinemadan elini ebediyen çekiyor. Film başarılı olsaydı, iyi para yatırılmış kaliteli filmlerimiz olabilirdi.

5) 2. Dünya Savaşı ve Mısır Filmleri
 Zaten sinemamız 1. dünya savaşı sebebiyle bir türlü start alamadı çünkü baş rol olan ülke bizdik. 2. dünya savaşının da bize çok ama çok enteresan bir etkisi oldu. Ne mi? 2. Dünya Savaşı başlayınca Amerika doğal olarak film ithalatını avrupaya yapamamaya başladı. Doğrudan Türkiye'ye hiçbir şekilde giriş yapılamıyordu. Tabii Amerika bu işlerin çakalı. İlla ki filmlerini ona buna izletecek, boşuna ana akım değiller, filmlerini gemi vasıtasıyla aktarmalı bir şekilde ulaştırmaya başlıyorlar. Bizim ülkemize gelen gemi ilk önce Mısır'a uğruyordu. Mısır'dan aktarmalı bir  şekilde bize geliyordu. Peki Mısırlı kardeşlerimiz hiç sessiz kalır mı? Onlar da çakallık yapıyorlar. Mısır'dan aktarmalı gelen gemilere kendi filmlerini yerleştirerek ülkemize soktular. Bunun etkisi ne oldu? Arabesk, dram, trajedi, sürekli hüzün konulu filmler nereden geldi sanıyorsunuz? Bir anda şarkılı melodramlar türedi. Halk da bunları sevdi, benimsedi. Sonra ver elini dramaya abanan Türk filmleri.

6) Faruk Kenç ve Dublaj
 Bu adama ne kadar sövsek azdır. Ben açıkçası sövüyorum. Bir de Rusların yaptığı, bulduğu sisteme söverim hep. Onlarınki daha beter. Faruk Kenç kendi kendine düşünüp demiş ki; neden filmleri sessiz çekip sonradan üzerlerine dublaj yapmıyoruz? Faruk Kenç'in bulduğu bu yöntem maalesef çok tutuluyor. Neden mi? Çünkü ucuz. Filmler sessiz çekiliyor, stüdyolarda seslendiriliyordu, film esnasında ekstra bir uğraşa girmiyorlardı. Bir neden daha var mesela? Sesi güzel olmayan ama tipi güzel olan büyün oyuncular sinemada yerini aldı. Halka istedikleri kişileri dublajlı şekilde izlettirebildiler. Amerika'da sessiz sinema bittiğinde sesi güzel olmayan kişisel sinemayı bıraktı, bizde sesi güzel olmayan insanlara sinemaya girdi, faka bak. Ağız ile konuşma birbirine uymayan, hatta oyuncunun tipine uymayan bu dublajlar uzun ama uzun yıllar devam etti. Teşekkürler Faruk Kenç.

7) 19 Temmuz 1939 Nizamnamesi
 Onlar buna 'Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname' diyorlar, biz buna kısacası sansür diyoruz. Bu nizamname sayesinde polis, filmin istediği herhangi bir safhasında olaya dahil olabilecekti. Bu saatten sonra yapımcılar ve senaristler çok ama çok dikkat etmek zorundaydı. Bu nizamname'den kurtulmak için çeşit çeşit yöntemler denemişlerdir. Ömer Kavur bu durumu şöyle anlatıyor:
"O yıllarda polisin kasketinin yamuk durması bile sansür sebebiydi. Beyninizin içinde copunu sallayan küçük bir polis var, 'onu yapma, bunu yapma!' diyor ha bire. Kendinizi ister istemez sınırlandırıyorsunuz" (Türk Sinema'sının Ustalarından Sinema Dersleri, 2006, s.110)

8) Sinema Dergilerinin Magazinselliği
 Sinemanın ülkeye yayılamamasının en büyük sebeplerinden biri de 1940-70 arası sinema dergilerinin magazin dergisi gibi olmasıydı. Sanatsal olarak değil de olaya magazinsel bakmaları sinemanın bir sanat olduğundan çok paparazi işi olduğunu göstermeleri insanlara. Kötü bir algı oluşturmuştur diyebiliriz. Halbuki 60'lar Fransa'sında Cahiers Du Cinema var, içindeki yazarlar sonra dünya sinemasını yerle bir edecekler falan.

9) Dinin Sinemaya Sıçraması
 1950'lerde, dönemin yönetimi sebebi de etkili bu konuda, bir anda filmlere dini unsurlar monte edilmeye başlandı. Namaz, ezan sesleri, dualar filmlerin olmazsa olmazı oldu. Bunu yapanlar da Yeşilçam filmleriydi. Sanatsal bakış açısı -zaten yok- iyice kayboluyordu, yerini gerici bir sinema kafasına bırakıyordu.

10) Dağıtımın Yetersizliği
 Sene 1960 olmasına rağman halen bir dağıtım sistemi geliştirilememişti. Bölgesel dağıtım birimleri kurulmuş olmasına karşın, düzgün bir sisteme oturtturulamadığı için maalesef filmler her yere ulaşamıyordu, geç ulaşıyordu ya da hiç ulaşmıyordu. Elin Amerikalısı bunu taa 1920'lerde çözer, biz ise hala sistemsizlik ile boğuşuruz.

11) Anayasa ve Darbeler
 Türk sinemasının sürekli istop etmesinin bir sebebi de, birkaç yılda bir değişen ülke yönetimi ve anayasadır. Darbeler ve anayasa değişiklikleri  Türk sinemasını hiç durdurmamıştır lakin Türk sinemasının gidişatına hep bir mola verdirmiştir. Çünkü olacaklar ve değişimler sinemaya da yansıyacaktır.

12) Televizyonun Çıkması ve Seks Filmleri
 1970'lerde Türkiye'ye TV gelir. TV'nin gelmesi ile beraber zaten sinemaya gitmeyen halk iyice sinemadan kopar. Bu sorunu bütün dünya yaşadı o kesin. Ama bizde sinema duracak hale geldi. Tabii yapımcıların buna kesinlikle bir çare bulmaları gerekiyordu. Öyle bir çare buldular ki sinemamızın gene olduğu yerde sekmesine hatta karanlığa gömülmesine sebep oldular. Enteresandır, dönemin yönetimin muhafazakar olmasına rağmen ve sansür yasası hala durmasına rağmen sinema salonlarını bir anda seks konulu filmler doldurur. Yapımcılar çareyi sinemaya sadece erkekleri çekmekte bulur; başarılı da olurlar. Sinemamız bir anda seks konulu filmler ile süslenir. Sanat? Ona ulaşılamıyor.

13) Furya Filmler
 Sinemamızın gelişmesine hem de gelişememesine sebep olan bir neden de Furya filmlerdir. Yapımcılar halkı sinemaya çekmek için çareyi kahraman üretmekte bulur. Battal Gaziler, Tarkanlar, Teomanlar bilmemneler bir anda ortaya çıkar. Hepsinin de teması eskiden kanımıza işleyen dindir. Müslümanlığı güçlü kahramanlar kafir hristiyanlara karşı savaşır. Basit ve kalitesiz olmalarına karşın dönemi iyi idare ettikleri açık. Kötü filmler mi? Hayır. Ama temeli maalsef kötü bir zemine kurulmuş olan filmlerdir hepsi.

14) Hollywood Darbesi
 12 Eylül Darbesi. Darbe sonrası nizamname kaldırılı ve seks filmleri de sanki hiç gelmemiş gibi ortadan kayboldu. Ee, seks filmleri gidince sinema perdeleri boş kaldı. Metin Erksan, Lütfi Ömer Akad ya da Atıf Yılmaz gibi üstadlar film yapıyorlardı. Fakat yetmiyordu. İşte sinemamızı nakavt edecek o darbe geldi: Hollywood darbesi. Yapımcılar çareyi Amerikan filmlerini Türkiye'ye getirmekte bulur. Filmler tabii ki beğenilir. Geldikçe gelir. Böylece salonlar yabancı filmler ile dolar. Türk sineması, dibi boylar.

15) Arabesk Filmler ve Kasetler
 Türki sineması dibi boylamışken yapımcılar gene çakallık yaparak halkın kanına girmeye çalıştılar ve her zaman olduğu gibi başardılar. Çünkü halk temelde buna alışmış, onlara hep bunlar izlettirilmiş. Dönemin arabesk şarkıcıları film yıldızı yapılır. Arabesk filmler çekilir. Filmler sinemaya çok fazla izleyici çekmez ama çareler de tükenmez. Arabesk film furyası kasetler vasıtasıyla tüm herkesin evine ulaşır. Arabesk filmler sinemadan çok evde izlenmeye başlar. Gene kalitesiz, gene insanın kanına girmeye çalışan filmler perdeleri ve televizyon ekranlarının süsler. Dibi boyladıkça boylarız.


Son not: Şimdi ülkede güzel şeyler olmuyor muydu? Oluyordu tabii ki. 3-5 isim 'toplumsal gerçekçi' filmler yaparak sinemayı gerçek amacında kullanıyordu. İnsanlara bir 'merem' anlatıyorlardı. Hiçbir şey anlatmayan, tamamen dram ve din üzerine kurulu filmler ise bu kişilerin çabasını gölgeliyordu. Ben şahsen ben yapılmış olan tüm o b-film'leri başarılı buluyorum. Korku filmleri, süper kahraman filmleri bence başarılıydı. Neden? Çünkü yapmaya çalıştıkları şey konuya hizmet ediyordu. Lakin bahsettiğim nedenlerde yer alan filmler sadece pamuk ellere, ceplere hizmet ediyordu. Sinema ülkemizde maalesef sadece 'gişe' amaçlı kullanıldı. Dikkat ederseniz hala da devam ediyor, hatta çok da başarılı olup, ülkenin en çok izlenen filmleri haline geliyorlar. 

19 Haziran 2015 Cuma

Şarlo Gerçekte Güler Miydi?

 Charlie Chaplin, sessiz dönemin en meşhur palyaçosu; odalarımızın, kafelerin, sinema salonlarının duvarlarını posterleri ile süsleyen adam. Güldürürken düşündüren ilk kişilerden. Dönemin belkide değil, öyle olan, en önemli ismi. İnsanlar kendisini çılgın gibi seviyordu. Oyuncaklar,  reklamlar, onun gibi -şarlo- giyinenenler, setlerini basan sevenleri ve dahası. Ölümünden 37 yıl geçmesine rağmen hala çok büyük bir kitlesi var, hala insanların odalarında koleksiyon filmlerinde duruyor kendisi. Esas soru şu esasında; Charles esasında nasıl biriydi? Tüm dünyayı kahkaya boğan şarlo kendi gülüyor muydu hiç?

 Charles yani Chaplin, şaşalı döneminin tam zıttı bir çocukluk geçirdi. 1889 doğumlu Charles'ın annesi de babası da pek tanınmamış müzikhol sanatçılarıydı. Baba alkolden dolayı genç yaşta ölünce Charles hem çalışmak hem de üvey kardeşi Sydney'e bakmak zorunda kaldı. İnanması güç ama Charles daha 10 yaşında parasızlık, açlık, delilik ve sarhoşluğu yaşadı. Londra sokaklarının soğukluğunu ve kimsesizler yurdunun acısını çok iyi biliyordu. Ama güçlü bir çocuktu...



 10 yaşında bir tahta kundura dansı gösterisinde, daha sonra da kimi komik rollerde yer buldu. 1908 yılı, hayatının dönüm  noktalarından biriydi. Fred Karno, onu Dilsiz Komedyenleri'ne aldı. Burada hem sahne sanatları hakkında deneyim kazandı hem de kendine bir yuva buldu. Aynı Fred Karno, Stan Laurel'i de yetiştiren kişidir. Velhasıl kelam, Charles, Karno'nun yanında kendini çok iyi yetiştirdi. Hayatının 2. dönüm noktası da Karno ile Amerika'ya gittikleri turnede gerçekleşti. Mack Sennett, Amerika'nın Karno'su, yeni kurduğu Keystone film şirketine adını Chaffin zannettiği Chaplin'in transfer etmeyi başardı. Charles'ın yeni durağı artık Amerika idi.

 Tabii biz Chaplin'i şarlo karakteri ile tanıyoruz. Halbuki Şarlo karakteri 1914'e kadar ortaya çıkmadı. Çıkışı da planlı olmadı. Tamamen Charles'ın doğaçlama seçtiği kıyafetler ve uydurduğu bir tiplemedir Şarlo. Kimilerine göre Şarlo, çocukluğunun dışa vurumudur. Dediğim gibi, 1914 yılında, Kid Auto Races at Venice adlı filminde şarlo ilk defa kamera karşısına geçti. Charles, Keystone'da tam tamına 35 kısa filde yer aldı. Ünü git gide artmakta ve arzusu Mack Sennett'in onu zaptedebileceğinin üstündeydi. Charles daha iyi para için Keystone'u bıraktı ve Essenay ile anlaştı. Lakin Essenay'de daha özgür olacağını düşünen Charles dayatma senaryoların olduğu bir şirkete geldiğini fark etti. Her günü keyifli geçmeyen Essenay döneminde 14 filmde rol aldı ve yönetmenliğini yaptı.

 Esseney döneminin en önemli özelliği ise, Chaplin'in ününün tüm dünyaya yayılmış olması. Setlerini sevenleri basıyor, önemli gazetelerde dönemin en meşhur kişisi olarak ilan ediliyordu. Şöhreti arttıkça, kazancı da artıyordu. Essenay'deki sözleşmesi bittikten sonra Mutual ile o dönem görülmemiş bir sözleşme imzalar. Bizler Chaplin'i en meşhur filmleri olan The Kid veya Modern Times ile tanırız lakin kendisi, en yaratıcı ve en mutlu dönemini Mutual'da film yaptığı dönem olarak tanımlar. Filmlerin adlarını siz araştırın benim sayfam şimdi ona yetmez.



 Gel gelelim en bilinmeyen bölümlere. Mutual'da mutlu olmasına rağmen First National kendisine çok daha iyi bir sözleşme önerir. Tabii aynı dönemlerde de Chaplin, dönemin en önemli isimleri olan Marry Pickford, Douglas Fairbanks ve D.W. Griffith ile United Artist'i kurdu; sonraki tüm Amerikan yapımı uzun metrajlı filmleri bu kuruluş tarafından piyasaya sürüldü. Cebine giren parayı arttırmasına karşın artık sorgulanmaya başlayan biri olmuştu. Onun en iyi filmleri dediğimiz filmleri esasında büyük sıkıntıların üzerine kurulmuştu. Charles mükemmelliyetçi bir insandı. İstediğini alana kadar sahneleri tekrar tekrar çektirirdi. O sevimli şarlo'ya bakmayın hiç, sinirli bir kişiliği vardı ve bunu oyuncularından çıkarırdı. Sette yaşadığı sorunların yanında ilham ve yaratıcığında da azalma yaşıyordu. İlk uzun metrajlı filmi olan The Kid'in sıkıntılı bir çekim süreci vardı. Charles durumun farkında olup sözleşmesini fesih etmek istedi lakin First National başkası ile çalışacağına bizle kalsın diyerek red etti. The Gold Rush filmi ile iyi bir ivme yakalayan Chaplin, yaşadığı bütün sıkıntıları ve karısı ile ayrılmasından kalan burukluğu çektiği The Circus filminde istemese de belli etti.

 Sesin sinemaya gelmesi ile birçok oyuncu, yönetmen sinemadan çekildi. Bunların arasında önemli kişiler de vardı. Charles ise sesin sinema ile birleşeceğini biliyordu. Lakin kendi çekim yöntemlerinden vazgeçmeyince, 1928'de çekimine başladığı sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olan City Lights anca 1931'de bitti ve diğer filmlere nazaran biraz tarihi geçmiş gözüktü. Çağa uyum sağlamayı red edişi birçok kişi tarafından takdir edilse de Chaplin yavaş yavaş sese geçiş yapıyordu. Modern Times filminde sessiz film mantığını korumaya çalışan Chaplin, bu inadına The Great Dictator filminde vazgeçti. Ardından da Monsieur Verdoux ve Buster Keaton'ın da rol aldığı Limelight filmini çekti.

 Chaplin diğer sinemacılardan çok farklıydı. İnatçı biriydi; bildiğini okurdu. Filmlerinde eleştiriyi kullanmayı çok seviyordu ve bunu da çok iyi bir şekilde yapıyordu. Hem güldürüyor hem de eleştiriyordu. Modern Times harika bir dönem eleştirisiydi. The Great Dictator savaşa ve savaşın acılarına farklı bir bakış açısıydı. Hatta Chaplin filmde Hitler'i canlandırıyor ve sanırım sinema tarihinde Hitler ile hiç bu kadar alay edilmemiştir. Limelight kendi vodvil hayatını ve yaşadığı sıkıntıları anlatıyordu.The Gold Rush, Klondyke'lı altın arayıcılarının yoksulluğunu anlatıyordu. Chaplin her daim halkın yanında biriydi. İşte onun bu tavrı, sürülmesine neden oldu.



 Chaplin'in eleştiriler bakışı, açıkça belli ettiği liberal yanı ve solcu kişiliği yüzünden FBI kendisi hakkında soruşturma başlattı. Chaplin'i, sonradan yalan olduğu ortaya çıkan Joan Barry'nin babalık davası ve bir dizi suçlama ile lekelemeye, şanını bitirmeye çalıştılar. Chaplin'i komünizm sempatizanlığı ile suçladılar ki dönemin en meşhur çamuru, birini komünizm ile suçlamak idi. Ve olan oldu... Chaplin, Limelight'ın Londra prömiyerine gittiğinde FBI kendisinin Amerika'ya giriş iznini iptal ettirdi. Böylece Chaplin hayatının geri kalanını Avrupa'da geçirmek zorunda kaldı.  1972 yılında kendisine onur Sscar'ı vermek isteyen akademi için kısa bir süre de olsa Amerika'ya döndü. 1953'te İsviçre'ye yerleşti ve karısı Oona O'Neill ve sekiz çocuğu ile orada yaşadı. Avrupa'da kimi çalışmalar yapsa da o eski ününe asla geri dönemedi. 1975 yılında şövalye ödülünü aldı ve 1977 Noel'inde, sör Charles Chaplin olarak cennetteki yerini aldı.

 Charles zor bir adamdı. Hayat kendisini daha küçük yaştan yıpratmasına rağmen pes etmedi, dünyanın bir numarası oldu. Sanatsal olarak yaptığı filmlerini ileriki yıllarda eleştirel bir tarza çevirdi. Şarlo'su kötülük dolu dünyada düzensizliğe karşı savaşıyordu. Halkın adamı haline geldi ve devletin eli ile tekrar hiçliğe itildi. Yaptıkları, sinemaya kattıkları, her büyük sanatçıda olduğu gibi sonradan anlaşıldı. Günümüzde hala popülaritesini koruyor, simge olmaya devam ediyor. Onun en iyi döneminde sinemada bulunmuş olan babaanne ve dedelerimiz hala hayattalar çok şükür. Gidin onlara sorun, onlar anlatsınlar size ne kadar sevildiğini. Charles şuanda tam olarak popülaritenin simgelerinden biri olmasına rağmen özüne inildiğinde esasında bizden biri olduğunu çok iyi bir şekilde görebiliyoruz. O, sıkıntılarımızı perdeye yansıtan ve bunu yaparken bizi güldüren sevimli bir adamdı.


Dipnot geçmeden bitirmeyeyim yazımı. Game of Thrones'da, Rob Stark'ın karısı Talisa Maegyr'i canlandıran Oona Chaplin, Charlie Chaplin'in torunudur.