29 Temmuz 2015 Çarşamba



26 yaşında olan Kanadalı yönetmen ve oyuncu Xavier Dolan’ı ailesinin
 sanata teşvik etme çalışmaları küçük yaşlarda başlamıştır. 8 yaşındayken J'en suis! Adlı bir filmde oyunculuk yapmıştır. Annesi Genevieve Dolan ise öğretmendir. Babası Kanadalı aktör ve şarkıcı Manuel Tadros’tur. Hatta yönetmenliğini Xavier Dolan’ın yaptığı Tom à la ferme filminde babası bir barmeni canlandırmıştır. Çok kısa süreli bir rolü vardır fakat bu kısa sürede izleyiciye kendini kanıtlamıştır. Ki bence oyunculuk yeteneğini babasından aldığı aşikar.

Annemi Öldürdüm ( J'ai tué ma mère) filmiyle 20 yaşında yönetmenlik kariyerine başladı. Film Maupassant sözüyle başlıyordu.

‘’İnsan annesini adeta nedensizce sever ve bu sevginin köklerinin ne kadar derinde olduğunu en son ayrılık anına kadar anlayamaz.’’


Devamında bir el kamerasıyla siyah beyaz bir şekilde kendisini çeken Xavier Dolan’ı görürüz ve şöyle der:


-Ne oldu, bilmiyorum. Küçükken onu severdim. Hala seviyorum. Ona bakabiliyorum, arıyorum, yanında oluyorum ama oğlu olamıyorum. Herkesin oğlu olabilirim. O hariç.


                    





Bu sözüyle her çocuğun küçükken annesiyle iyi geçindiğini fakat büyüdükçe birbirini anlayamayan insanlara dönüştüğünü anlatmak istemiştir. Aslında başında bütün filmi özetlemiştir. Filmde monolog çekimler bolca vardır. Bu çekimlerin çoğunda annesine söylemek istediği şeyleri anlatır. Kameradan çok annesine sesleniyor gibidir. Filmin sonlarına doğru amacı yerine ulaşır. Annesi videoları izler. Sırayla birkaç tane kelebek, melek heykeller görünür ve ardından film başlar.

Film, bir anne ile oğlu arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır fakat sadece o anne ile o oğuldan bahsetmez. Tüm anne ve tüm çocukları anlatır. Küçükken annesi ve babası boşanmıştır. Çocuk annesi ile birlikte yaşamaktadır. Babası oğluyla pek ilgilenmez ve hatta hiç görüşmemektedirler. Sorunlu bir aileden geldiyseniz izleyince hak vereceksiniz ki filmin her köşesinde oturacak bir yer arayacaksınız. Aklınıza kuşkusuz anneniz ve ailenizle olan ilişkiniz gelecek. Bunların hepsine nazaran bu film sadece anne ile ergen oğlunun hikayesi değildir. İçe bakış ve gerçeklik, ekranın içine sıkışmış durumdadır.

Başrolümüz 16 yaşında Hubert Minel isimli bir eşçinseldir. Okuldan bir arkadaşı ile sevgilidir. Gerçek hayatta da eşcinsel olan Xavier Dolan, filmin otobiyografisi olduğunu bu yolla da dile getirmiş olabilir. Annesinin yemek yeme şeklinden nefret eden ve yanağına bile dokunmaktan kaçınan bir oğul profili vardır. Hubert’ın okuldaki öğretmeni annesinin veya babasının işi hakkında bir şey yazmasını istemiştir. Hubert ise öğretmenine annesinin öldüğünü söyler. İlerleyen zamanlarda bu yalan ortaya çıkar. Filmin isminin doğduğu yer ise bununla bağlantılıdır. Yatılı okula verildikten sonra yazdığı bir denemenin başlığını ‘’Annemi Öldürdüm’’ olarak koymuştur. Annesinin kendinde yer ettiği hislerin özeti bu olsa gerek.


Film boyunca tüm ailelerde olduğu gibi bir karşılaştırma durumu hakimdir. Hubert annesine diğer annelerin böyle olmadığını söyler. Annesi de benzer şeyleri söyler. Tartışırken öbür aileler ile kendi ilişkilerini kıyaslarlar. Annesi genellikle oğluna vurdumduymaz bir tavır sergiler. Bir keresinde Hubert ayrı eve çıkmak için onunla konuştuğunda annesi olumlu cevap verir. Aradan birkaç gün geçer. Hubert konuyu açtığında aslında annesinin onu doğru düzgün bile dinlemediğini öğrenir ve çileden çıkar. Çoğu tartışmasında ondan nefret ettiğini söyler. Bunu öyle bir söyler ki nefretini siz bile hissedersiniz. Tüm bunların aksine Hubert bazen aralarını düzeltmek için çaba gösterir. Sonunda yine başa dönerler ve daha kötü bir tartışma başlar. Kimi zaman bazı yerlerde dul bir annenin yaşadığı zorluklara da kulak misafiri oluyorsunuz.






Babası ile olan ilişkisi de en az annesiyle olan ilişkisi kadar kötüdür. Filmin bir yerinde babası Hubert’ı arar ve beraber yemek yiyip film izlemek istediğini söyler. Evine davet eder. Hubert bu davetinden dolayı çok sevinir fakat gittiğinde evde annesini de bulur. Tüm amaç onu yatılı okula göndermeye ikna etmektir. Babasının bunca yıldır ondan uzak kalmasının verdiği kini bu sahnelerde onun yüzüne vurmak ister. Bu sahnenin son kısmında bir camın kırılışını göreceksiniz. Xavier, Hubert’ın kızgınlığını böyle imgelemek istemiş olsa gerek.





Sevgilisi olan Antonin’den annesinin haberi yoktur. Oğlunun eşcinsel olduğunu bilmemektedir. Lakin Antonin’in annesi sevgili olduklarını bilmektedir ve bu durumu normal karşılar. Hatta görüştükleri yer genellikle Antonin’in evidir. Annesi ile Hubert’ın arası gayet iyidir. Bir solaryum merkezinde Hubert’ın annesi ile Antonin’in annesi karşılaşır. Antonin’in annesi çocuklarının birlikte olduğunu bildiğini zanneder. Bu sebeple ona ‘’Neredeyse 2 aydır beraberler!’’der. Annesi neye uğradığını şaşırır ve uzun zamandır fark edemediği önemli bir şeyi fark eder. Hubert ile birbirlerine artık ne kadar uzak olduklarını.







Her şeye nazaran Hubert’ın hayatında önemli bir yere sahip olan bir öğretmeni vardır. Annesiyle kavga ettiğinde dahi gidip onda kalır. O her ne olursa olsun yanındadır. Aralarında çok garip bir bağ vardır. Onu olduğu gibi kabul eden birkaç kişiden biri de odur. Hubert’ı edebiyata dair bir şeyler yapması için teşvik etmeye çalışır. Hubert’a bir kitap verir, sayfasını söylediği şiiri okumasını ister.

‘’Anne sana itiraf ediyorum
Zaaflarımı sahte bir dünyanın tuzaklarına salmışken
 Tüm mutluluğumu senin şefkatine borçluyum’’


Hubert’ı ailesi zorla yatılı okula yollar. Orada biriyle tanışır ve gece dışarı çıkarlar. Uyuşturucu kullanan Hubert soluğu annesinin kollarında alır. Bütün çaresizliğini, o ana kadar söylemek isteyip de söyleyemediği ne varsa ortaya dökmek ister. Filmde en etkilendiğim sahne buydu. Hepimizin annesiyle bu şekilde konuşmak istediği bir sahnesi vardır. Annesinden nefret ettiğini zannederken özünde ne kadar sevdiğini çok net bir şekilde hissedebilirsiniz. Xavier Dolan’ın buradaki oyunculuğuna da dikkat etmelisiniz. Filmin son kısmı ise Hubert’ın çocukluğuna dönüşüdür. Yatılı okuldan kaçar ve sadece annesinin bilebileceği bir yere gider. Orası çocukken Hubert’ın ve annesinin gittiği bir yerdir. Anne ve oğlun sorgusuz sualsiz yan yana oturduğu tek sahne buradadır. Hiçbir çocuk annesinden tam olarak nefret edemez.










                                 


Etrafında kimse eşcinselliğini umursamıyor gibi görünse de Hubert insanların gözünden kendine bakabildiğini düşünüyordu. Bu farklılık, sıra dışılık onun en büyük sorunlarından biriydi. Bir monolog'da dediği sözlerden bunu rahatlıkla anlayabiliriz:

-Ben küçükken annem ile iki yakın arkadaş gibiydik. İş arkadaşları ona benim çok şımarık olduğumu, kendilerinin çocuğu olsam beni asla tepelerine çıkarmayacaklarını söylerdi. Kırıta kırıta aynen böyle derlerdi. Bu çocuk çok farklı… Sinir şey… Farklıyı böyle söyledikleri zaman zekanı kastetmiyorlar. Kastettikleri şey başka… Bunu takdir etmezler. Nefretlerini de cesurca göstermezler tabii. Annem çoğu zaman bana şöyle derdi. Sen özelsin.

İlk filmi olmasına rağmen en başarılı filmlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Yönetmenin tekniğinin zamanla daha çok geliştiği kesin fakat gerçekçiliğinin bu kadar başarılı olması onu daha da benzersiz bir yönetmen haline getirmiştir. Zamanla kendine has bir tarzı oluşmuştur. Film başta Cannes olmak üzere birçok yerde ödül almıştır. Cannes Film Festivali'ndeki gösteriminden sonra sekiz dakika ayakta alkışlanmıştır. Filmde kullanılan müzikler oldukça etkileyicidir. Resim de önemli bir yere sahiptir. Kıyısında ve köşesinde sanat bulunduran filmlerden biridir. Edebiyata da meraklı biriyseniz ayrı seveceğinizden eminim!


https://www.youtube.com/watch?v=ANj6StScGYU




25 Temmuz 2015 Cumartesi


                                         GİRİZGAH 

 Sinematograf, bilindiği üzere, kısaca görüntüleri film üzerine kaydetme amaçlı oluşturulmuş, Auguste Marie Louis Nicolas Lumiere ve Louis Jean Lumiere kardeşlerin sinema alanına kazandırdıkları aygıtın adı olarak bilinir. Peki sinematograf icadını, daha önce hangi adımlar, hangi buluşlar ve fikirler desteklemiştir? Sinemanın Lumiere Kardeşler ile başladığı iddiasında bulunanlara karşılık, 1832'den sinematograf icadına kadar geçen sürede yapılan -ve bunun yanında, sadece tescil ettirilmiş telif haklarından ileri gidemeyen- çalışmalara dikkat çekmek, kaçınılmaz olarak da sinemanın aslında "ne olduğu" ideaları doğrultusunda açılabilecek yeni/yeniden bir tartışma konusuna yöneltmek, sinema kültürü 1895 öncesine uzanmayan fertleri bir nevi aydınlatmak amacıyla bloga eklenmeye değer gördüğüm bu konu, "estağfurullah merkezli" bir bilgilendirme süreci gözetilerek, tarafımca, an itibariyle telaffuza girişmiştir.  
Sinema nedir, ne değildir? Sinematograftan önceki -her ne kadar sinemaya katkısının kabul edilirliği evrensel niteliğe sahip olsa da- ürünler, sinema alanında mı anılmalıdır, yoksa birtakım savlarla, "sinemasal" bir çizgide, kısaca "sinemaya katkı" mercisiden ileri gidememekte midir, karar sizindir...


1832 – FENAKİSTİSKOP / PHENAKİSTOSCOPE 


 Sinematografın inşasını, 1832'de Belçikalı Joseph Plateau ve Avustuyalı Simon von Stampfer, fenakistiskopu eş zamanlı bularak başlatmışlardır diyebiliriz. İlk animasyon aletlerinden biri olan fenakistiskop, yuvarlak bir şekil üzerine, görüntüleri aşamalı olarak yan yana yerleştirip hızla bakıldığında gözde hareket aldanması yaratma üzerine kurulmuştu. (Zaten kelimenin Yunanca anlamı; göz aldatması, göz yanılması gibi bir anlam taşımaktadır.)




1851 – STEREOFANTASKOP / BİYOSKOP

 Fenakistiskop'da renklendirilen ve elle çizilen görüntüler tercih edilirken, Jules Duboscq bir değişikliğe giderek, fotoğraf kullanmayı denedi. Bu yeni alet, stereofantaskop / biyoskop adını almıştı.

1853 - GÖRÜNTÜNÜN EKRANA YANSITILMASI - UCHATİVS

 1853'te önemli dönüm noktası olarak saydığım çalışmalardan biri ortaya çıktı. Avusturyalı Uchativs, büyülü fener + fenakistiskop birleşimi yaptı. Bu alet ile hareketli görüntüleri bir ekrana yansıtmayı başardı. Bu düşünce sonradan 1870'de özellikle Bourbouze ve Heyl tarafından yeniden ele alındı.

1874 – ASTRONOMİ TABANCASI

 Venüs gezegeninin, güneşin önünden geçişini gözlemlemek amacıyla astronom Jules Janssen, peşpeşe fotoğraf çeken ve astronomi tabancası adı verilen bir alet yaptırdı. Bu alette her 72 saniyede bir, kendi merkezi etrafında 38 derece dönen yuvarlak bir fotoğraf filmi vardı ve her ilerleyişte, filmin bir başka bölümü objektifin önüne geliyordu. Böylece, bir dizi oluşturan görüntüler elde etmek mümkün oldu.

1878 – ZOOTROP / ZOETROP

Bu tip icatlara girişildiğinde, fotoğraf bilgisi ışığında hareket etmemek biraz abes kaçabilirdi. Fransız fızyolojist Marey, bu bilgilere ihtiyaç duymuş olacak ki, ünlü Amerikalı fotoğrafçı Muybridge ile birlikte, atın hareketinin aşamalarını birbirinden ayırmak ve kuşların uçuşunu incelemek üzere, geliştirilmiş bir fenakistiskop olan zootrop/zoetrop'tan yararlandı. 




1882 - FOTOĞRAF TÜFEĞİ / FUSİL PHOTOGRAPHİQUE

Marey, Janssen'in tabancasından esinlenerek geliştirdiği fotoğraf tüfeği adlı aleti yardımıyla, saniyede eşit aralıklarla peşpeşe çekilmiş on iki görüntü elde etti.







1888 - PRAKSİNOSKOP

Emile Reynaud, kenarı delikli film şeridi sisteminin telif hakkını tescil ettirdi. Praksinoskop adını verdiği aletiyle yüzlerce heyecanlı izleyici önünde, deliklerden çevrilerek dönen canlı resim gösterileri düzenledi. Gösteriye müzik eşlik ediyordu.



1892 – KİNETOGRAF / KİNETOSKOP (TOMAS EDİSON)

Edison, kinetograf/kinetoskop adlı bir çekim makinesinin telif hakkını tescil ettirdi. Kinetoskop, filmleri görmeye yarasa da, görüntüyü ekrana yansıtmıyordu; çünkü bu alet, filmin bir büyütecin ardında düzenli bir hızla döndüğü bir kutudan ibaretti. Bu yüzden, görüntüler küçüktü ve ancak tek bir seyirci tarafından izlenebilmekteydi.




VE 1895 – SİNETOGRAF (LUMİERE KARDEŞLER)

Sinematografı icad etme onuru bir Fransız'a aittir: Louis Lumiere.
Kamuya açık ilk gösteri 22 Mart 1895'te, Bilimler Akademisi Başkanı, astronom Mascart'ın başkanlık ettiği Ulusal Sanayiyi Özendirme Derneği üyeleri önünde yapıldı. Lumiere'in sinematografı, aynı yılın 28 Aralık tarihinden itibaren Paris'teki Grand Cafe'nin bodrum katında, halka açık gösterilerde kullanılmaya başladı.




17 Temmuz 2015 Cuma

                                                   Filmin Konusu

 Sırbistan'da yaşayan ve ün yapmış bir porno yıldızı olan Miloş (Srdjan Todorovic) evlenmiş ve bir çocuk sahibi olmuştur. Sektörü bırakmanın vermiş olduğu parasal sıkıntı kafasını çok meşgul etmektedir.Tam da bunun üzerine astronomik rakamlı bir porno film teklifi gelir. Başta teklife sıcak bakmayan Miloş karısını ve çocuğunu düşünerek işi kabul eder . Porno filmin yönetmeni olan Vukmir Miloş'a filmle alakalı hiçbir şey söylemez ve film çekimleri boyunca Miloş çekilenin "gerçeklik" olarak tanımlanacağını düşünür. Böylece kısa sürede nasıl bir projeye dahil olduğunu anlamaya çalışırken olaylar gelişir.




Film çekimine bütçe bulamadıkları için uzun sürelerce sektör dışı işlerde çalışıp kafasındakileri gerçekleştiren iki adamın filmi bu.Böyle bir sıkıntıdan ötürü yapımcıların yönlendirmelerine ve senaryo'da yaptıkları değişimlere göz yuman yönetmenlerin filmlerinden farklı bir şey Srpski.Bu derece iddialı bir yapım için entelektüel zihinlerinin anlatmak istediğini ağır içeriklerle ve yoğun temalarla minimalist bir şekilde işleyerek göstermiş bize bu film. Öncelikle bu yapım hayatımda izlediğim en iyi kapitalizm/sistem eleştirisi filmlerinden biri. Böyle düşündüğüm için şaşırabilirsiniz ancak kapitalizmin bitmek bilmeyen satın alma arzusu, yeni şeyleri doğurma isteği, insanlara "satmak" için yeni bir şeyleri ortaya çıkarma tanımının karşılığı filmdeki yönetmen Vukmir Vukmir'in "New Porn" yakalama isteğidir. Peki nedir bu "New Porn"?. Bence insanların parasıyla bir şeylere şekil veya yön verip süperego'ya ulaşma hazzıdır. Çocuk pornosu ve Yenidoğan pornosu seyrederek onları satın aldığını bilmesidir. Bu tip filmler salonlara koyulmaz ama "merak" yüzünden inanın milyonlarca kişi izler. Beni rahatsız eden nokta ise "rahatsız edici filmler" listesinin aslında işlediği temalarla veya anlatmak istediği konularda safi çıplaklık ve saflık(olduğu gibi gösterme) kullandığı için "rahatsız edici filmler" olarak nitelendirilmesidir. Sanat, istediğini sıfır sansürle dile getirebilmek değil midir? yoksa topluma göre şekillenip anlatmak istediğini halk'a göre yontmak da sanat'ın içerisine dahil midir?. Sırf halk bunu müstehcen ve sadistçe gördüğü için görmek istenmeyen şeyleri senaryolarımızdan çıkarmalı mıyız? Her zaman savunduğum bir tez var. Eğer seyirciye çocuğunu döven bir baba gösterirseniz, seyirci buna belki bir gün üzülür ama ikinci gün aklından çıkar. Ancak tüm saflığı ve gerçek hayatta olduğu gibi tüm gerçekçiliğiyle çocuğuna tecavüz eden, onu döven ve ona işkence eden bir babayı gösterirseniz, seyirci bunu unutmaz ve filmi seyreden insanlardan birileri toplum içerisinde şiddet gören,tecavüze uğrayan çocuklar, bebekler için harekete geçer. Sanat, toplumla birlikte bu şekilde ilerler.




Yönetmen Srdan Spasojevic anlatmak istediğini tüm gerçekçiliğiyle anlatmanın mutluluğu içerisinde yaptığı işle gurur duyuyor olmalı. Çünkü filminde anlatmak istediği, vurgulamak istediği herşeyi yansıttığını düşünüyorum. Bir diğer alt tema ise Hristiyan toplumunun 7 büyük günahından olan, Müslümanlık ve Yahudilik dinlerinde de sakıncalı bir günah olarak görülen "kıskançlık". Başrol'deki Miloş'un abisi Marko Miloş'un karısını, porno dünyasındaki ününü, aile hayatını ve şöhreti bitmek bilmeyen penisini kıskanıyor film boyunca. Bunu film içerisinde Miloş'un karısına asılmasından, Miloş'un porno filmlerini içi geçerek seyretmesinden, Miloş'un karısı Marija'yı ziyaret ederken lavaboda mastürbasyon yapmasından anlıyoruz. Senarist  Aleksandar Radivojevic ve Srdan Spasojevic düşüncelerini, anlatmak istedikleri herşeyi film içerisinde yönetmen Vukmir Vukmir'e yüklemişler. Sanat ile gerçekçilik arasındaki bağı ise filmin çoğu sahnesinde Vukmir ve Miloş'un diyaloglarına serpiştirmişler. Öyle ki filmin ilerleyen bir sahnesinde psikolojikmen çökmüş olan Miloş kendini evin penceresinden dışarıya atar. Ardından Vukmir Vukmir kameraman'a dönerek "-Ne duruyorsun filmimiz dışarıda, gerçeklik dışarıda atla arkasından..."diye bağırır. Filmin son sahnesinde Vukmir Vukmir'in Miloş tarafından öldürülürken söylediği sözler filmde beni en etkileyen sahne olmuştur. Yine sanata olan bakış açılarını Vukmir'e şu sözlerle yüklemişler "-Sanat bu... işte film bu, gerçeklik ve film bu..."





Filmde dikkatimi çeken diğer bir unsur ise "Faşist Estetiktir."(İnsanların şiddeti seyrederken duyduğu haz). Şiddeti, pedofiliyi, estetik kavramıyla bir araya getirip insanların önüne sunmak popüler kültürün aksine azınlığa film yapmak büyük uğraştır. Psikolojik olarak karakterlerin rollere hazırlanması belli ki çok uzun sürmüş. Miloş'un delirmeye yakın olduğu sahneler bizlere acaba gerçek mi? sorusunu sordurmaya doğru götürüyor. Oyuncu seçimi bakımından titiz çalışan yönetmen Miloş karakterini canlandıran Srdjan Todorovic'in üzerinde oldukça durduğu belli. Sahne dekorları, kostümler, yarattığı atmosferi çok iyi korumuşlar. Belli ki Sanat Yönetmeni özel bir çaba sarf etmiş. Bir sansür karşıtı film olarak Srpski; Gore türünün iyi filmleri arasına girmek için bence geçerli not aldı. Sansür sever bir toplumda neredeyse tümünün sansürlenebileceği bir film çekerek cesaretlerini ve eleştirilerini yerine iyi bir şekilde getirdiler. Bu yüzden filmlerine ve yaptıkları işlere saygı duyuyorum. Gerçek hayatın en acımasız olaylarını gözlemleyerek, bize olduğu gibi estetik katarak vermelerinden dolayı ise mutluyum. Çünkü unutmayın Sinema, Gerçekliktir...

Mahsun Kırmızıgül tam dört sene sonra sinemaya geri döndü ve sıkı bir giriş yapmak istediğini açık bir şekilde göstermiş. Kendisinin geçmişi ve geldiği yer bizim için ön yargı ama onun için anlatım dili. Öncelikle bunu bi köşeye ayırmalıyız, can çıkar huy çıkmaz; arabeskin etkilerini sonuna kadar göstermeye devam ediyor ama… Son filminden beri üstüne çok şey koymuş. Filmi hem eleştireceğim hem de bol bol öveceğim ama yazacaklarımın özetinden şu çıkacak; bana göre film olmuş. Dört senedir çalışıyorum derse inanırım kendisine. Sebebi ise çok basit.
1960’lardayız… Ankara’da kıyamet kopuyor. Devlet halk ile ilgilenemeyecek kadar meşgul. Bu sebeple doğu kaderine terk edilmiş vaziyette. Yalan yok, hepimiz tarih okuyoruz. Günümüzde bile doğu kaderine terk edilmiş gibi. İzmirli Muallim Mahir, şark görevi sebebiyle doğuya gönderilir. Daha araba yolunun bile ulaşamadığı yere Mahir’in ulaşmasını isterler. Mahir zorlu bir yolculuktan sonra köye varır; yalnız köy beklediği gibi çıkmaz.
Köylü tarafından ‘muallim’ olduğu için büyük bir sevgi ile karşılanır ama ortada kocaman bir sorun vardır: köyde eğitim verilecek bir yer yoktur. Bizim hikayemiz de burada başlıyor, Mahir köye bir şekilde okul yaptırıp çocuklara eğitim verecektir. Bir taraftan da köyün ‘sakat’ vatandaşı Aziz ile ilgilenmeye çalışacaktır. Kameramız bir Mahir’e bir de Aziz’e gidip gelir hep. Mahir’in eğitim aşkını ve ne olursa olsun pes etmeyişini, Aziz’in fiziksel olarak sakat ama kalpten ne kadar da güzel bir insan olduğunu izliyoruz.
1280x720-Lba
Öncelikle Mahsun Kırmızıgül’ün bitmek bilmeyen sosyal mesajları bu filmde de var. Lakin bu sefer mesajlara o kadar takılmadım çünkü eğitimin önemini sürekli vurgulayan biri olarak anlatılan konuya kendimi yakın gördüm. Eğitimin önemi, köy insanının cahil olmasına rağmen ne kadar misafirperver ve canayakın oldukları, devletin doğuyu unuttuğu ve doğuda kadına bakış açısı filmin ana konuları.
O dönemlerde (hala var mıdır bilmiyorum) gelin alma kriterlerini, doğuda düğün organizasyonunu, eşkiya kavramının doğudaki insanlara ne ifade ettiği, eğitime esasında ne kadar aç olduklarını, dönem ve köy hayatı ile birçok bilgiyi Mahsun bize çok açık bir şekilde sunmuş. Güvercin kafası koparmak gibi bir ‘yiğitlik’ belirtisi açıkcası beni rahatsız etti. Anlatılan konular bakımından filmde eleştirilecek çok da fazla bir şey olduğunu düşünmüyorum. Yer yer gözümüze sokulan diyaloglar hariç ve zorlama müzikler hariç bir derdinin olduğunu ve bunu bize anlatabildiğini düşünüyorum. Ama…
Yönetmenlik bakımından baktığımızda ki niyeyse kimse buna değinmek istemiyor, Mahsun gelip 4 senedir çalışıyorum derse inanırım. Eğer 4 senedir bu filmle ilgilenmiyorsa görüntü yönetmeninin sihri derim. Çünkü filmde Peter Jackson vari landscape yani manzara görüntüleri vardı. Hatta yer yer Peter Jackson gibi manzara çekimlerinde kaydırmalar bile yaptı. Görüntü bakımından film bir belgesel kıvamında. Doğunun o eşsiz güzelliği, özellikle de pürüzsüzlüğü filmde en çok dikkatimi çeken taraftı.
Diğer dikkatimi çeken taraf ise ülkemizde ilk defa adam akıllı bir Sekans plans izlemiş olmam. 1960 İzmir’inde kameramız uzun uzun dolaşıyor ve Mahir ile karısının kavgası sonrası kapanıyor. Bu bir sekans plan. Ve harika yapılmış. Sanat yönetmenliğinden tutun, görüntüye kadar, kameranın indirilip kaldırılmasına kadar her şeyi çok iyiydi. Aynı çalışmayı filmin tamamı için de yapmış, gerçi hala görüntü yönetmeninin parmağından şüpheliyim.
Manzaraların yanında geniş açılı lensler ile muhteşem çekimler yapmış. Renk, kompozisyon, oyuncuların çerçevede yerleştirilmesi gerçekten harika olmuş. Bunlar işin teknik kısmı. Ve teknik kısım olarak filmi eleştirebileceğimizi zannetmiyorum, bi helal olsun dememiz gerek. Bu teknik kısımın tek aksadığı yer de maalesef müzikler. Normal bir Amerikan filminde en önemli sahnede çalacak müzik ve yükselişler Aziz’li sahnelerde her 15 dakikada bir çalıyor. Sahnede müzik kullanmasa seyirci olarak gene etkileneceğiz belki ama öyle bir ses artışı, öyle bir dram müziği çalıyor ki resmen konsantrem bozuldu. Radyoda çalan şarkı hariç, hüznün arttığı sahnelerde maalesef müzikler sahneleri baltalamış. Abartılı olmuş, olmamış yani. Vertigo’yu da iyi yedirmiş, söylemeden geçmeyeyim.
mert_turak_talat_bulut_002_44336_4919805
Eleştirilen ana konu, hikaye ve Mahsun’un anlatış tarzı. Mahsun’un arabeskçi olması sebebiyle insanları sürekli üzmeye çalıştığı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Çok da katılmıyorum, Aziz’in içinde bulunduğu duruma üzülmemek bence mümkün değil. Aziz filmde bir birey olmak istiyor ama psikolojik sebeplerden ötürü oluşturduğu engeller sebebiyle bunu bir türlü beceremiyor. Mahsun, Aziz üzerinden sürekli dram yapmış ama bunlarda eleştirecek bir yan göremiyorum.
Konumuz Aziz, ve kendisinin yaptığı neredeyse her şeyde bir vahimlik var. Konuşamaz, düzgün yürüyemez, çocuklar onla uğraşır, kalem bile tutamaz. Kendi başına üstünü değiştiremeyen bir adamı izleyip de üzerinden insanları kandırıyor demek, sürekli dram yapıp reyting peşinde demek bence biraz ağır bir suçlama olur. Yer yer gözümüze soktuğu aşikar, özellikle diyalogların bazılarında gözümüze gözümüze soktu anlatmak istediklerini. Yinede kurduğu o köy halkını ve hikayenin -sonu hariç- gidişatını sevdiğimi söyleyebilirim. Cahil köy halkını mizahi bir bakış açısı ile bize sunmuş; film kimi zaman güldürüyor, kimi zaman da hüzünlendiriyor. Tam olarak bir dram filmi diyemem açıkçası.
Kendisini eleştirecek isek, hala bırakamadığı huylarından dolayı eleştirmeliyiz bence. Mesela diyalogları biraz daha özenli seçmesi gerektiğini bence herkes söyler. Bazen gözümüze gözümüze soktu anlatmak istediğini. Arabeskçi olduğu için değil, Yeşilçam kültüründen geldiği için sonunu tam olarak bağlayamamış olduğu gerçeği de var ortada. Aynısını Sadece Sen filminde de gördüm mesela. Filmde her şey güzel giderken nedense en sonunda bir anda Yeşilçam’a bağlanıyor ve film sapıtıyor.
O atın ortaya çıkması, şaha kalkması falan aman yarabbim, yapmayın bunları! Son, olmamış, ama oraya kadar gidişi iyi. Bir ara dram bombardımanı başladı, filmin onuna yaklaştıkça bam bam bam, her yerden bir hüzün yağdı üstümüze… Bir diğer eleştirileceği konu, bence, bir türlü bırakmak istemediği ‘kamerayı etrafında döndürün’ makarası. Kendisinin setinde çalışan bazı tanıdıklarım sayesinde biliyorum, sürekli aynı şeyi tekrarlıyormuş: kamera ile etrafında dönün. Bunu bilen biri olarak filmdeki bütün dönmeler gözüme battı. Can çıkıyor, huy çıkmıyor, inatla döndürüyor adam.
058587.jpg-r_640_600-b_1_D6D6D6-f_jpg-q_x-xxyxx
Oyunculuk bakımından konuşacak olursak, Mert Turak’a kocaman bir başlık atalım; harika bir oyunculuk! Mizah ile süslenmiş köyün insanları senaryoya yeteri kadar hizmet ediyorlar, yer yer güldürüyorlar da. Muallimi oynayan Talat Bulut da rolünün hakkını sonuna kadar vermiş. Ama ‘sakat’ Aziz’i oynayan Mert, Oscar’a selam çakmış. Eğer ki ülkemizde bir oyunculuk ödülü verilecek ise hakkı bu çocuğundur.
Tükürüğünden, sümüğüne; hiç çaktırmadığı sakat kolu ve bacağına kadar her şeyi sonuna kadar güzel yaptı. Hele ki en vurucu sahnelerde tam da açılacağını, bir şey yapacağını beklerken ağzından çıkan salyalar hiçbir şeyin değişmeyeceğine çok da güzel ikna ediyor seyirciyi. On numero bir oyunculuk sergilemiş, kendisini tebrik ediyorum. Seda Tosun tercihi de yerinde olmuş diyebilirim. Sadece filmdeki anaların değil, salondaki herkesin ağzı açık kaldı. Büşra Pekin, Metin Yıldız, Erdem Yener gibi isimler filmin mizahi bakış açısını desteklemek amaçlı seçilmişler çok belli. Bir tek Cemilo sırıtmış filmde o kadar. Cezmi Baskın da iyice Türkiye’nin Morgan Freeman’ı oldu çıktı. Bunu da bi not düşelim. Bir de kameranın arkasındaki kalabalığa bakan çocukları yakalarım, gözümden kaçmaz.
Mahsun Kırmızıgül’den dolayı oluşan ön yargıları bence bir köşeye bırakmak gerek. Her filminden bence kendine katmaya devam ediyor. Mahsun’dan bir İstanbul polisiyesi beklemek abes olur. Kendisi, filmlerini anlatmak istediği şeyler olduğu için yapıyor ve bunu bence iyi yapıyor. Lakin bu sefer filmi görüntü ile çok iyi süslemiş.
İsterseniz sadece bir belgesel olarak bile filmi izlemeye gidebilirsiniz. Sürekli bir dram yaratma çabası ile eleştiriliyor ama Yeşilçam’ın kendisi dramdı ve nedense kimse eleştirmezdi. Mahsun olduğundaysa konuşan konuşana. Kendisini savunmuyorum ama yersiz eleştirildiğini düşünüyorum. Sonunda sapıtması harici çok beğendim filmi. Parama değdi diye düşünüyorum.
2015 Ocak ayında vizyona girecek Türk filmlerin listesine bakınca Mucize el üstünde tutulacak bir film.
Yazıyı sonuna kadar okumama ihtimaline karşın şunu şuraya koyayım: gidin ve izleyin. Türk sinema tarihinin en başarılı filmlerinden biri olabilir bu film. Filme teşvikten sonra birazcık bilgi verelim: Filmin yönetmeni olan Burak Cem Arlıel’i okulum gereği tanıyordum. Kendisine Türkiye’nin nadir belgesel sinemacılarından biri diyebiliriz. İlk çalışması olan ‘Türk Pasaportu’ 2. Dünya Savaşı sırasında Türk Diplomatlarının Fransa’daki yahudileri kurtarmasını anlatıyor. Almanya'daki yahudilere Türk pasaportu vererek Türkiye’ye getirmeye çalışıyorlar. Konusu ilgimi çektiği ve kendisinin tek çalışması olduğu için merak edip izlediğimde Burak Arlıel’i ‘bu adamı takip et’ listeme almıştım. Görüntü ve çekim açısından üst düzey bir iş çıkarmış. Sanat yönetmenliği, kadraj, ışık gibi bütün sinematografik öğeler harika yapılmıştı. Oyunculuk için tabii ki çok fazla bir şey diyemeyeceğim, bir belgesel film için ne kadar oyunculuk gerekebilir. Lakin içerik gerçekten iyiydi. Daha ilk çalışmasında ilgimi çekmeyi başaran bu yönetmen 2. çalışmasında da 2. dünya savaşı hikayesi ile karşımıza çıkıyor. Yönetmen koltuğunda kendisini gördüğüm gibi sinemadaki yerimi aldım. Hikaye Cengiz Dağcı’nın ‘Korkunç Yıllar’ romanından uyarlanmış. 
Hikaye Gayet Güzel İşleniyor
Filmimiz bir tren istasyonunda başlıyor. Polonya’ya gidecek olan trene binecek olan Maria’yı 2 Alman askeri çeviriyor ve kimliğini soruyor. Kimliğinin sahte olduğunu düşünen Alman askerlerinin elinden Maria’yı bir anda ortaya çıkan Sadık kurtarıyor. Sadık daha yüksek rütbeli bir askerdir. Sadık’ın emri ile kurtulan Maria trenin Alman askerleri ile dolu olmasından dolayı Sadık ile aynı kompartımanda yolculuk etmek zorunda kalır. Hikayemiz de burada başlıyor, Sadık, Maria’ya Türk olmasına rağmen nasıl üst düzey bir Alman askeri olduğunu anlatmaya başlar.
kırımlı-filmi
Sadık en başta Kırım’ı korumak için Ruslar adına savaşan bir asker birliğinin komutanıdır. Sahne belkide ülkemizde çekilmiş en iyi savaş görüntüleri ile açılıyor. Sadık ve askerleri siperde Alman askerlerine karşı savaşmaktadır. Hollywood filmlerinden hiçbir eksiği yok sahnenin. Bir savaş sahnesi için yapılabilecek her şey var; ses efetkleri, görüntü, kameranın sallanması, sanat yönetmenliği. Açıkçası benim çok hoşuma gitti sahne. Daha başından içine çekiyor film, sahnenin kalitesinden dolayı bir beklentiye giriyorsunuz. Savaş maalesef ki Almanların kazanması ve Sadık ile askerlerini esir alması ile bitiyor. Bütün esirler esir kampına götürülüyor. Kampta esirler 2’ye ayrılıyor: ölecek olanlar ve çalışacak olanlar. 2 grup farklı yerlere yerleştiriliyor. Sadık’ın askerlerinden biri olan Mustafa çalışacaklar tarafına alınır fakat 19 yaşındaki kardeşini ölecekler tarafına götürürler çünkü Halil çok hastadır. Hikayemizin temeli zaten 2. dünya savaşında insanların toprağa ve aileye olan sevgisi üzerine kurulu. Sadık Kırım’ı kurtarıp kardeşine ulaşmayı istemektedir, Mustafa da kendi kardeşini ölümden kurtarmak istemektedir.
Filmin çekimleri Bolu/Aladağlar ve Afyon’da kurulan platolarda çekilmiş. Yazımın başında belirttiğim gibi, Burak Arlıel sanat yönetmenliğine çok özen gösteriyor ki esir kampı ve düzeni gerçekten güzel olmuş. Kampın sahte hiçbir yanı yok. Fetih 1453’teki hisarın inşası sahnesindeki taşa vuruyormuş gibi yapan adamdan sonra Kırımlı’nın esir kampı ve düzeni bana ilaç gibi geldi. Gelen bütün esirler kampın yöneticilerinden biri olan Bauer karşısında dizilir. Bauer tüm film boyunca karşımıza çıkacak olan o şüpheli Alman askerini oynuyor. Sürekli planları bozacak olan, hep bir şeylerden kuşkulanacak ve hikayeyi sürükleyecek olan adam. Bauer karakterini Baki Davrak canlandırıyor ki oyunculuğun çok da iyi olmadığı filmde epey göze çarpıyor kendisi. Filme gitmeden önce oyunculuğun çok da iyi olmayacağını esasında biliyordum. İlk çalışmasındaki oyunculukları görünce bu filmde de çok iyi olmayacağını, olamayacağını düşündüm. Sadık’ı canlandıran Murat Yıldırım da fena değildi diyebiliriz. Keza Maria Kozecki’yi canlandıran Muhteşem Yüzyıldan tanıdığımız Selma Ergeç de fena değildi. Yine de bir eksik var filmde. Filmdeki duygu patlamalarının eksikliği benim gözüme çok çarptı. Sanki bazı yerlerde gereğinden az sevindiler ya da üzüldüler. Oyunculuk adına çok bir şey beklemezsek daha rahat izleyebiliriz bence.
2012363-247054302
Sadık’ın esir kampı maceraları iyi yansıtılmış. Esir kampındaki çaresizlik, ölü insanlar çukuru ya da sevilen insanların ölümü sahneleri bence ülke standartlarının üstünde. Ölüm çukuru sahnesinin bir ana akım sinemasından farkı yoktu. Esir kampı sahneleri ve tren arasında geçişler de gayet iyiydi ki bence filmin en çok dikkat çeken yanlarından biri de geçişler. Burak Arlıel işi montaja bırakmamış, çok profesyonel bir çalışma yaparak yapacağı geçişleri önceden hesaplamış ve ona göre çekimler yapmış. Ölüm çukurundan trene geçiş ya da tren sahnelerinden esir kampına geçişler gerçekten fevkalade idi. Sıradan kesmelerden uzak durmaya çalışan Burak Arlıel böylece bizi sürekli etkilemeyi ve filmde tutmayı başarıyor.
Belkide en büyük eleştiri konusu Sadık’ın esir kampından kurtulma hikayesidir. En başta belirttiğim gibi film Cengiz Dağcı’nın ‘Korkunç Yıllar’ adlı romanından uyarlanıyor. Kitabı okumadığımdan bilmiyorum belki 1-2 ufak değişiklik yapılmıştır ama Sadık’ın kurtulma hikayesi beni pek rahatsız etmedi. Savaşta her şey mübahtır ve iyi bir asker kolay harcanamaz. En başta Kırım’ı kurtarmak için Ruslar için savaşan Sadık artık Kırım’ı kurtarmak için Almanlar adına savaşacaktır. Hatta bu durum savaşın ne kadar da saçma olduğunu gösteren bir kesit de olabilir. Ne için kimin için savaştığınız belli değil, sürekli birilerine karşı savaşıyorsunuz ve hayat mücadelesi veriyorsunuz. 
Filmde değinilmesi gereken bir diğer konu da müzikler ve ses efektleri olsa gerek. Müzikler filmin atmosferini yerine oturtturan ögelerdir; foley’ler de filmi gerçekçi kılacak o seslerdir. Kırımlı’da hepsi yerli yerinde. Alışılmışın dışında her sahnede aynı müzik çalmıyor, birden fazla müzik sahnelere paylaştırılıyor. Filmin başındaki tren sahnesinde çalan müzik de gerilim sahnelerinde çalan müzikler de gayet iyi. Kurşun sesleri, çamur sesleri, yaralanma sesleri ve daha bir sürü foley gerçekçi yapılmış. Görüntüler ve çekimlerle beraber filmin başarılı taraflarından biri ses ve müzikler.
2012363-84804297
Son olarak da bahsetmek istediğim, fazla spoiler vermemeye çalışıyorum, açılar. Burak Arlıel kadrajları neye göre seçiyor bilmiyorum ama filmin işleyişini heyecanlı kılmayı başarıyor. Sıradan, tek düze açılardan uzak durup bol bol farklı açı deniyor. Savaş sahnelerindeki hareketli kamera çekimleri, yağ gibi akan jimmy jip çekimleri ve sağlam geniş açı çekimleri ile beni etkilemeyi başardı. Ormandaki at ile kovalamaca sahnelerindeki manzara, sis ve derinlik belkide filmin en iyi görüntüleriydi.  Türk Pasaport’unda çekim tarzı hoşuma gitmişti; yakaladığı hava belgeseli daha da heyecanlı kılmıştı. Aynı tarzı geliştirerek Kırımlı’ya da uygulamış. Hatta dikkatimi çeken bir yanı var filmin, kendisi birçok hoş kadraj yakalamış, kadrajları kendisi de çok sevmiş ki bazı sahnelerde olabildiğince çok plan kullanmaya çalışmış. 1 saniye bile olsa sevdiği çekimleri araya sokarak ‘kullanmadım demem’ demiş gibi duruyor.
Genele Bakarsak
Film Türkiye standartlarının üstünde, etkileyici ve seyirciyi içine çeken bir film olmuş. Fetih 1453 bile bence bu kadar başarılı değildi ki sinemamızda izlediğim en iyi savaş filmi bence Kırımlı. Oyunculuğa vasat dersek geri kalan hiçbir şey sırıtmıyor. Devamlılık, akıcılık gayet iyi. İzlerken filmin kitap uyarlaması olduğunu da bilerek izlemek gerek. Ben bu yazıyı yazarken film ilk 3 günde 133 salonda 28 bin seyirciye ulaşmış. Fazlasıyla düşük bir rakam böyle kaliteli bir film için. Bence, gidip izlenilmesi, desteklenmesi gereken güzide filmlerimizden biri Kırımlı. Yönetmeni Burak Cem Arlıel’i de bir köşeye not etmek gerek. İleride çok önemli bir yönetmen olabileceğine inanıyorum çünkü tek düze bir insan değil, bakış açısı çok orjinal ve yerinde. Neyi, nerde nasıl çekmesi gerektiğini iyi biliyor. Hareketli kameranın nerede olması gerektiğini de biliyor, jimmy jip ile nasıl aksiyon yaratılabileceğini de biliyor kendisi. Figüranların hareketlerinden sanat yönetmenliğine kadar da gayet dolu ve yerinde bir film olmuş. Çerçevenin sağı da solu da gerçekçi, sahte hiçbir yanı yok filmin. Hiç abartmadan gayet ne gördüysem onu yazıyorum. Biraz da teşvik olmasını istiyorum. Sonuçta babamın oğlu değil filmi yapan. Türkiye’de böyle kaliteli filmler yapıldıkça sonuna kadar reklamını yapıp, objektif eleştiriler yapacağım. En başında da dediğim gibi, sonuna kadar okuyamayanlar için not düştüm, sonuna kadar da geldiyseniz, gidip izleyin derim.

16 Temmuz 2015 Perşembe

Tam tamına 82 yaşındaki Jean-Luc Godard'ın çektiği ve de üstüne 2014 Cannes Film Festivalinde jüri özel ödülü alan anlaşılmaz filmi. 2013 ve de 2014 Filmekimi'nde gösterilen film Goodbay to Language 3D diye geçiyor. Biz de ise Dile Veda 3D olarak. 2013'te ilk duyduğumda bayağı bir şaşırmıştım, sen hala mı film çekiyorsun demiştim. Tabii filme gitme imkanına bir türlü erişemedim. Beni ekenler olsun, Filmekimi'nin bilet problemi olsun bir türlü izleyememiştim. Geçen günlerde -şükür- izleme fırsatına ulaştım ama... Ne izlediğimi anladığımı söyleyemem. Tamam, Jean-Luc Godard'ı tanıyan herkes onun bir sinema teröristi olduğunu ve filmlerinde kuralları hiçe saydığını bilir. Lakin Godard bu sefer filmi direk hiçe saymış gibi bir hava var. Filmden bir şey anlamak zor ki anlattığı da şüpheli. Gene kendi kurallarınca bir film yapacak ama en azından bir konusu olacak sanıyordum ki öyle olmadı.

Açık olmak gerekirse filmi izledikten sonra epey bi araştırma yapmak zorunda kaldım. Çünkü ben ne anladım, başkaları ne anlamış diye bi karşılaştırmam gerekiyordu. Film boyunca hep görsellerden, konuşmalardan ya da kurgudan anlamlar çıkarmaya çalıştım. Metafor ve alt metin konusunda okumuş ve çekmeye çalışmış biri olarak her şeye bir anlam yüklemeye çalıştım ama yok; filmi bir hizaya sokamadım.


Zaten filmin tamamı şundan ibaret: her saniye çıplak olan evli bir kadın ile erkek sürekli insanlık adına tartışıyorlar ama bir türlü anlaşamıyorlar; nedeni belirsiz renkleri ile oynanmış ya da renkleri invert edilmiş doğa manzaraları; bir köpeğin çayır çimen gezmesi ve kakasını yapması; vapur görüntüleri ve buna benzer şeyler. Filmde sıralı bir kurgu yok; atlamalı bir kurgu var. Neyin nereden çıkacağı belli değil. Bunca anlamsızlığa rağmen bazı yazarlar efsane anlamlar çıkarmışlar. Mesela; iletişimsizlik değinilen konulardan biri. Evet, çiftin seks harici iletişimsizliği göze çarpıyor. Dünya görüşlerinin farklılıkları da epey bir dikkat çekiyor. Dile Veda'nın iletişimsizlik olarak verildiğini düşünebiliriz belkide. Doğa'ya fazlası ile değindiği hatta doğanın bir tanrı metaforu olduğunu yazan da var lakin metafor dediğimiz şey seyircinin algısına kalmış bir şey değildir. Doğadan tanrıyı çıkartmak epey ilginç bir zorlama olmuş gibi geldi bana.

Köpeğin de bir imge olduğunu yazmış kimi yazarlar. Kimisi doğada özgürlüğe, kimisi doğa ve materyalizm arasına sıkışmış bir imge olduğunu yazmış. Film içerisinde erkek kişisini tuvaletini yaparken görüyoruz; ayriyeten gene film içerisinde köpeğin kakasını yapmasını görüyoruz. Bunu birleştirip herkes her şey birdire getirenler de var. Kadın erkek hepimiz eşitiz bizi ayıran şeyler düşüncelerimiz demeye de gelebilir. Leos Carax, Terrance Mallick ya da David Lynch izlemiş biri olarak altından kalkabileceğimi düşündüm ama maalesef kalkamadım. Okuduklarım da beni tatmin etmedi zira benim filmden gördüğüm şey sadece bir 'hiçlik'.


Godard'ın bir sinema teröristi olduğunu biliyoruz. Sinopsissiz, senaryosuz işe kalkışabilecek kadar deli bir sinemacı olduğunu da biliyoruz. Elbet bu filmde bir şeyler anlatmıştır En yakını işte farklı düşünceler sebebi ile anlaşamayan insanlar konu cinsellik olduğu zaman birleşebiliyor. Tabii o da bi yere kadar çünkü insanlar anlaşamadıkları insanlar ile sevişmek istemezler gibi gibi. Lakin ben biraz da şöyle düşünüyorum; acaba Godard ortaya yem attı da eleştirmenler birbirini mi yesin dedi? Sinema bu aralar çünkü buna doğru gidiyor. Eleştirmen dediğimiz kişilerin hepsi filmde olmayan şeyleri varmış gibi yazmaya bayılıyor. Gördüklerini metaforlaştırmaya, imgeleştirmeye bayılıyorlar.

Mesela buna en güzel 2 örnek şudur: Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmindeki elmanın yuvarlanışı. Eleştirmenler yazdılar da yazdılar, yok hayatın ilerleyişi yok hayatın kendisi bilmem ne. Nuri Bilge Ceylan'a sorduklarında hoşuma gitti ondan çektim dedi. Bir diğer örnek de şu. Filmin adını hatırlamıyorum ama bir grup hırsız bankayı soymaya giriyor. Girdiklerinde atıyorum saat 13:00, çıkarken saatin 17:00 olduğunu görüyoruz. Eleştirmenler aynen şöyle yazdılar; işte efenim soygun belkide 4 dakika ama onlar için 4 saat gibiydi, zordu, stresliydi falan filan. Yönetmenin cevabı ise şuydu: bir devamlılık hatası yapmışız. Godard da belki bunu biliyordu ve ortaya karışık bir film çıkarmak istedi. Nasıl olsa sinema teröristi, ne yapsa konuşulacak ve adam 82 yaşında, kasacak hali yok ya? Kadın erkek ilişkisi üzerinden anlaşmazlığı anlattı gerisini de görüntüler ile doldurdu ve eleştirmenlerin eline bomba gibi bıraktı. Şahsen benim gördüğüm bu. Filmin bütünü bir anlam ifade etmiyor, anlam ifade eden taraflar kadın ile erkeğin diyalogları sadece. Geri kalanı doldurma.


Ya da ben bu işten hiçbir şey anlamıyorum. Sonuç olarak Godard öksüren bir adamın filmini çekse ödül alır. Popülarite diye bir şey var. Kurallara uymayarak sinema yapan 1-2 tane adam var şu dünyada, onları da ödülsüz bırakmıyorlar. Ki filmin en ama en enteresan yanı film 3D!? Filmin neden 3D olduğunu sanırım bi Allah bir de Godard bilir. Benim bunun hakkında 2 fikrim var. Birincisi 3D hevesini almak için? Godard da 3D çekmedim demez artık. Nasıl olsa o ve onun dönemindekiler keyiflerine göre film yapan adamlardı. Zevkine 3D yapmış olabilir. Ya da 3D popüler ve zaten filmin içeriği ile bir bomba attı eleştirmenlerin kucağına, bir de 3D yapayım daha sağlam patlasın dedi.


Bilemiyorum... Godard bu, ne yapsa yeridir. Sıkılmadan izliyoruz biz de onu. Ama Godard olması filmi başarılı kılmayacaktır. Ödül almasının sebebini sinemayı yakından takip eden herkes bilir. Vermeseler ayıp olurdu. Lakin içerik olarak film demeye bin şahit. 82'sinde iyice sıyırdı sanırım Godard. Alay etmeye başladı bizle.
Yönetmenliğini Pawel Pawlikovsky'nin yaptığı İda daha geçenlerde Avrupa Film Ödüllerine damgasını vurdu. Ödüllerin çoğunu alarak almadık ödül bırakmadı resmen.  Üstüne Avrupa'da yapılan en iyi film seçildi. Şimdi de Oscar'da 'yabancı dilde en iyi film' dalında aday oldu. Büyük ihtimal de ödülü alacaktır. Nedenini birazdan açıklarım... Tabii bu kadar ilgi gören, ödül almış bir film insanın ilgisini çeker. Şahsen ben de çok merak ettim, nedir bunun olayı diye bir göz attım. Filmleri konularını okumadan izlerim ki ne izlediğimi bilmeyeyim diye. Beklediğimden çok daha başka bir şey çıktı karşıma. Birincisi minimalist, siyah beyaz bir film ile karşılaştım. İşin içine minimalizm girince filme olan bakış açım değişiyor çünkü minimalist filmler göz bebeğimdir. Minimalist filmler özel filmlerdir de. Yapımı, tarzı, oyunculuğu her şeyi farklıdır. Yalnız bu film bildiğimiz minimalist filmlerden de farklı. Bir sinema hocası bu filmi izlese yönetmen için: şaşırmış yahu bu, der. Kimisi kabul etmez. Godard'lar ya da Bertol Brecht'ler sevebilir gerçi. Klişe bir konu üzerinden minimalist bir yaklaşım yapılmış ama çekimler... durun size daha farklı anlatayım.


 Konumuz maalesef klişe. En azından ben artık doydum. Bunu da az biraz eleştireceğim. İda kilisede rahibedir. Yalnızdır, kimsesi yoktur. Kilise dışındaki hayatı da bilen biri değildir. Birgün bir teyzesi olduğunu öğrenir ve baş rahibenin izni ile onu ziyarete gider. Sonrada kendisinin esasında kim olduğunu, ailesinin neden olmadığı gerçeğini teyzesinden öğrenir. Burası spoiler arkadaşlar... Ailesi yahudi soykırımı döneminde ölmüştür ama nasıl öldükleri ya da kim tarafından öldürüldükleri bilinmemektedir. Hikayemiz de bunu anlatıyor; İda ve teyzesi Wanna film boyunca sorup soruşturarak, gezerek, araştırarak İda'nın ailesine ne olduğunu bulmaya çalışıyor. Bu sırada İda'nın kilise dışındaki hayata alışmaya çalışması, teyzesi Wanna'yı tanıması vede esas kimliği ile çatışmasını izliyoruz. İda'nın değişimi, esas kimliği ile çatışması ilmik ilmik işlenlenmiş mi onu söyleyemem. Şahsen tatmin olmadım. Konumuz zaten daha önce de yapılmış bir konu. Aradaki fark minimalist bir yapım olması.


 Eleştireceğim, ki bu kelimeyi kullanmayı bile sevmem ama eleştirilerim var; ilk konu şu: Yahudi soykırımı yaşanmamış olsa biz ne izleyecektik? Hitler gelmese, böyle bir soykırım olmasa büyük ihtimal Avrupa'da film sayısında bir azalma olurdu. Her sene bir nazi filmi her sene soykırım dönemindeki acizlik üzerine filmler yapılıyor ve biz de bunları izleyerek 'oo çok iyi olmuş' diyoruz. Tahminimce İda'nın da bu kadar ödül almasının sebebi budur. Oscar'ın da en büyük adayı; hatta Oscar'ı alacağını düşünüyorum. Soykırım filmleri her zaman iyi iş yapmıştır. Konu soykırım olduğu zaman da filmin önemi her daim artar. Hele ki Pawel Pawlikowski filmi minimalist çekerek farklı bir bakış açısı getirmiş. Dram, ajitasyonu çıkararak daha tek düze bir film yapmış. Bildiğimiz silahlı, patlamalı bir film değil ya da içinde dibine kadar acı barındıran bir film de değil. Sıradan, yavaş, sakin bir film olmuş. Film boyunca İda ve Wanna bir arayış içinde, ayriyeten İda kendi içinde de bir arayış içinde.

 Değineceğim 2. konu: yönetmenin tarzı. Pawel Pawlikowski'nin başka bir filmini izlemediğim için net bir yorum yapmam yanlış olur lakin çekim tarzı gerçekten enteresan. Şahsen Alexander Payne'nin Nebraska'sını çok daha başarılı buldum. Hem çekim hem de fotoğraf kadrajlar açısından. Pawel Pawlikowski sinema hocalarını kızdıracak şekilde çekmiş filmin kimi sahnelerini. Kocaman kocaman boşluklar. Fotoğraf gibi, kartpostal gibi diyenler var; Nuri Bilge Ceylan seven herkes eminim bu kadrajları beğenmiştir ama neden? Yönetmen adayı olarak her açının anlamı bir olduğunu, buna göre belirlendiğine inanan biriyim ki teknik olarak bu iş böyle işler. Pawel Pawlkowski neden böyle bir kadrajlama tekniği düşünmüş cidden merak ediyorum. Şahsen gözü rahatsız eden, yanlış bir çekim. He tabii yönetmen  ne derse odur, kimse laf edemez. Laf edeceksek ilk Godard'tan başlamamız gerek. Geri kalanlar için şunu söyleyebilirim, ıssız yollar, köy fotoğrafları seviyorsanız gerçekten hoşunuza gidecektir çünkü görüntüler gerçekten iyiler. Önünde secde edilesi görüntüler denmiş gerçi o kadar da büyütülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Sadece mekanlar iyi seçilmiş, yerleştirmeler iyi yapılmış  ve de kadrajlar tuvalde bir resim vari seçilmiş.


Değineceğim 3. konu:  Agata Trzebuchowska. Yani, İda. Agata'nın ilk oyunculuk deneyimi bu. Başarılı olmuş mu? Olmuş. O katı, dini bütün kadını iyi oynamış. Senaryonun de desteği ile ha açıldı ha açılacak havasını da vermişler bence. Saçını ne zaman göreceğiz ya da ne zaman değişecek merakına sokuyorlar filmde bizi. İlk filmi için gerçekten büyük iş çıkarmış. Tabii ödüllük bir performanstan bahsetmiyorum, filmin gereğini yapmış sadece. Umarım başarısının devamı gelir de ekranlarda bol bol izleriz kendisini. Zaten üzerinde durulan bir diğer karakterimiz de Wanda. Onu da sanırım unutamayacağımız insanlar listesine ekleyebiliriz. Burası spoiler arkadaşlar... En korkutucu ya da yaratıcı intihar sahneleri listesi yaparsak şayet Wanda ilk 5'e oynar gibi. Cache'den ve Seven Pounds'tan sonra gördüğüm en değişik intihar sahnesine sahipti film. Soğukkanlı olması ürkütücüydü. En başta güzel bir fake atıyor bize Wanda, üşüdüğünü zennediyoruz ama sonra bir anda hop... Odamız boşalıyor.


Film ne muhteşem bir son ile bitiyor ne de içinde insanı şoke edecek unsurlar barındırıyor. İntihar sahnesini saymaz isek çok da abartılacak bir film olduğunu düşünmüyorum. Açıp, kafa dinlemek için birebir film, o kesin, ne hızlı bir tempo var ne bir bağırış çağırış. Sakin bir şekilde ilerleyen hikayemiz var, sonunda bağlanıyor, Ida’nın değişimini izliyoruz, intihar sahnesi ve fin. Geçen sene Oscar’a aday olan Nebraska ile karşılaştırdığımda filmi, Nebraska bana göre kat ve kat daha iyi bir film. Ama Nebraska’nın konusu Ida’nın konusu kadar derin değil. Bir de Ida Avrupa filmi. Boş zamanınızda izlenebilecek hoş bir film, daha fazlası olduğunu düşünmüyorum.


Özetle…
Ida büyük ihtimal Oscar 2015’te yabancı dilde en iyi film ödülünü alacak. Bunun sebebinin de yahudilik, dinsel iç çatışma ve soykırım olduğu aşikar. Hele ki böyle bir konunun minimalist bir şekilde işlenmiş olması da filme artı puan getiriyor. Konunun derinliği filmi nedense başarılı kılıyor. Baş rolde kızımızın ilk film deneyimi ki o da iyi iş çıkarmış… Şahsen filmi abartılacak filmler listesine koymam, bir daha açıp da izlemem. Güzel, tatlı bir film. İzlerken kafanız dinleniyor. Lakin öyle yere göğe sığdırılamayacak bir film olduğunu düşünmüyorum. Çekimlerinin iyi olduğunu rahatça söylerim ama ara ara gözü zorladığı da bariz. Senaryo gayet akıcı, temiz. Hiç sıkmıyor. Görüntüler gayet hoş. Yine belirtiyorum, tapılacak derecede görüntüler yok! İzlemezseniz ne kaybedersiniz diye sorarsanız? Avrupa’da ödül yağmuruna tutulmuş ve Oscar adayı bir filmi kaçırmış olursunuz, o kadar. He, minimalist film seviyorsanız, buyrun ekran başına.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Tesadüflere inanır mısınız? Bir gün şans eseri bir kutu bulacaksınız, o kutunun içinden binlerce fotoğraf negatifi çıkacak ve biraz incelediğinizde belkide dünyaca en iyi fotoğrafçısının fotoğraflarını bulmuş olacaksınız? Mümkün mü? John Maloof işte böyle bir tesadüfe denk geliyor. Okul ödevi için açık arttırmadan satın aldığı bir kutu negatifi incelediğinde 'sadece' negatif olmadıklarını fark ediyor. Belkide dünyaca ünlü olabilecek birinin, Vivian Maier'in fotoğraflarını buluyor. Fotoğraflar o kadar iyiydi ki John dayanamayıp Vivian'in kim olduğunu bulmaya karar veriyor ve bunun da belgeselini yapıyor. Bu arayış da Oscar adayı bir belgesel oluyor.

John Maloof'un Vivian Maier'in kim olduğunu aradığı belgesel son dönemlerde izlediğim en harika belgesellerden biriydi. Oscar'da ödül alamayacak olmasına rağmen -Citizenfour yüzünden- izlenilesi derecede şaşırtıcı, başarılı bir belgesel. Özellikle fotoğrafçılık yapan insanların kesinlikle seveceğine inanıyorum; izledikten sonra kendilerine eminim yeni bir idol, paylaşım yapacakları isim bulmuş olacaklar.


John Maloof'un kutuda bulduğu negatifler gerçekten üst düzeyde iyiler. Vivian Maier bir haberci gibi sokaklarda Rolleiflex kamerası ile gezmiş, muhteşem görüntüler yakalamış. İnsanları gizlice çekip doğal hallerini kadrajlamış, enteresan olaylara şahit olmuş, farklı açılardan çektiği fotoğraflar ile ortaya değişik manzaralar çıkarmış. Kendisinde 'göz' varmış. Nerede duracağını, ne çekeceğini iyi biliyormuş. Fotoğraflarını merak ettiyseniz hemen altta verdiğim linkte tek tek kontrol edebilirsiniz.

Peki bu Vivian Maier kim? Gazeteci mi? Sanatçı mı? Kim bu kadın? Biraz spoiler olacak ama Vivian Maier’ın bunları hiçbiri ile uzak ara alakası yok. Kendisi bir dadı. Evet, dadı. Çocukları seven, uzun boylu, sert mizaçlı, kalbi temiz ve kendisini hiçkimseye anlatmayan bir dadı. Dadılığını yaptığı çocuklar ve çocukların aileleri bile onun fotoğraflarını bilmiyor; hepsi John Maloof’un belgesel çekimlerinde öğreniyor. Vivian kendini herkesten soyutlamış nedense. Aslen Fransız olan Vivian kendini insanlara hiç açmamış. Fotoğraflarını kimseye göstermemiş, kimi zaman adını bile doğru vermemiş. Gizli bir hayat sürüp Amerika sokaklarında ve çıktığı dünya turunda muhteşem fotoğraflar çekmiş.


Vivian Maier şuanda idol ve önemli bir fotoğrafçı olarak görülüyor. Kendisinin fotoğrafları dünyanın birçok yerinde sergileniyor. Fotoğrafları kontrol ettiğinizde siz de kendisinin normal bir fotoğrafçıdan farklı olduğunu göreceksiniz. Yakaladığı anlar, kadrajlar muazzam; çerçevelemesi çok iyi. Kendisinde bir fotoğraf aşkı varmış; bu fotoğrafları sergilemeyi düşünseydi belkide ünlü olurdu. Kim bilir. Şimdi John Maloof sayesinde tanınıyor ve seviliyor.


Bu belgeselin en güzel yanı da ne biliyor musunuz? Saygı. Hiç tanımadığı bir insanın fotoğraflarını bulan John Maloof zerre üşenmiyor ve Vivian'ın belgeselini yapıyor, ülkeleri şehirleri geziyor, onu tanıyan insanları bulup tek tek sohbet ediyor. Onun çabası sayesinde dünya saygı duyulası bir kadınla tanışıyor. Sayesinde Vivian Maier’i saygı ile anıyorum, kendisini de ayakta alkışlıyorum. Çünkü başarıya, kültüre, sanata sahip çıkan insanlar oldukça dünya çok daha güzel bir yer olacak.

Bir korku filmi düşünün ki sadece korku sahnelerinde değil filmin her anı sizi rahatsız etsin, içiniz sıkılsın. Ama bir dakika... Bu filme tam olarak korku filmi demek bile mümkün değil. Ben şahsen sanatsal korku filmi demeyi tercih ediyorum. Aylar önce ilk defa fragmanını gördüğümde film hakkında son dönemin en korkunç filmi diyorlardı. Cannes Film Festivalinde bütün eleştirmenlerden tam not almayı başarmak gerçekten zordur ki korku filmi çekip de herkes tarafından beğenilmek çok zordur; fazlasıyla görecelidir, alay konusu olmak bile mümkündür. Sen git Cannes’da her eleştirmen okey al, bir de üstüne son 10 yılın en korkunç filmi olarak lanse edil. E tabii böyle olunca İstanbul Film Festivaline geldiğinde izlemem artık Allah’ın emriydi. İzledik, salondan çıkarken kendime şunu soruyordum: yahu korku filminde durum öyküsü olur mu?


 It Follows’a sadece bir korku filmi demek büyük bir hakaret olur bence. Cannes film festivaline ve yapılan tüm eleştirilere katılıyorum: film son dönemde izlediğim en iyi korku filmlerinden biriydi. Müzik, çekim ve senaryo kombinasyonu o derece başarılıydı ki bu 3’lüyü aynı anda doğru yapabilen çok az korku filmi sayabilirim. Hikayesi de diğer korku filmlerine nazaran farklı: Jay, Hugh ile flört etmektedir lakin flörtleri Jay’in tahmin etmediği bir şekilde bitecek. Arabayı ıssız bir yere çekerler ve tabii ki sevişirler. Yalnız Hugh seks sonrası sigara yakmak yerine Jay’i bayıltmayı tercih eder. Jay uyandığında artık dünya onun için asla aynı olmayacaktır. Hugh seks ile bulaşan bir laneti Jay’e aktarmıştır. Artık Jay hayatının her anında tetikte olmak zorundadır çünkü bu lanet her an her yerden çıkabilen, kurbanının üstüne durmadan yürüyen ve sadece lanetli kişinin görebildiği insan formunda bir lanettir. Ne zaman, nereden çıkacağı belli değil; kime ya da neye benzeyeceği belli değil, herhangi biri olabilir; durmadan üstüne yürüyen, asla durmayan; seks ile başkasına aktarılmadığı sürece lanetli kişiyi öldürene kadar devam edecek bir lanet. Ürkütücüden çok rahatsız edici. Kalabalığın içinde ya da bomboş bir sokakta size doğru yürüyen bir kadın ya da erkek düşünün. Ruhsuz, sadece size doğru bakan ve ürkünç görünümlü insanlar.

Jay’in yapması gereken şey başkası ile yatmak ve laneti başkasına aktarmaktır; aktarır da. Ama aktardığı kişiler lanet tarafından öldürüldüğü için lanet her defasında ona geri dönmektedir. Film yer yer korkunç olsa da fazlasıyla rahatsız edici bir yapıda. Çözüm yok, nereden geldiği belli değil, neden olduğu cevapsız. Sadece hayat mücadelesi. Jay, film ilerledikçe iyice boğulmaya, sıkılmaya ve bunalmaya başlar. Bu hislerin hepsini biz de fazlasıyla yaşarız çünkü biz de seyirci olarak film boyunca gece gündüz farketmez her  an ortaya çıkabilecek laneti aramaya başlıyoruz. Gözümüz sürekli Jay gibi etrafta oluyor, 2 dakika rahat oturamıyoruz. Sanatsal yanı da bu: içinden ölmeden çıkılması imkansız bir döngünün içine biz de dahil oluyoruz. Ve ne oluyor? Film sonuçlanmadan bitiyor. Nasıl sonuçlanabilir ki? Asla bitmeyecek bir paradokstan bahsediyoruz. Bu yüzden korku filminde durum hikayesi yapılabilir mi sorumun cevabını almış oluyorum. Giriş var, gelişme var ve asla gelmeyecek bir sonuç.


Yönetmen David Robert Mitchell’i tebrik etmek istiyorum, koskoca filmi zoom ile çekmiş, kuralları yıkmış resmen. Yağ gibi kayan kamerası ve uzun planları ile gönlümü kazandı. Film ne kadar senaryo olarak başarılıysa yönetmenlik olarak da çok başarılı. Hele ki soundtrack sanatçısı olarak Disasterpeace’i o seçtiyse, gelsin yanaklarından öperim. 70’ler, 80’lerin mono korku müziklerini 2015 tekniğiyle yapan Disasterpeace filme resmen boyut atlatmış. Film müziği nedir? Filme katkısı ne kadardır sorusunun cevabını bu filmle verebiliriz. Sadece soundtrackler bile korkunçken, filmi tahmin etmeye çalışmayın ve gidin izleyin.


Bütün yorumlara fazlasıyla katılıyorum; son dönemde izlediğim en harika korku filmiydi. Fede Alvarez’in Evil Dead’i ve James Wan’ın Insidious’u ile The Conjuring’i sonrası yönetmen-senaryo-ses kombinasyonu bu kadar iyi olan bir film izlememiştim. Kesinlikle izlenmesi gerektiğini düşündüğüm, şarkıları ayrı bir şekilde olacak şekilde tam koleksiyon filmi. Hazır sinemalardayken bence koşun izleyin. Sadece korkmak değil, 1.30 saat boyunca diken üstünde oturmak istiyorsanız tam sizlik.