28 Eylül 2015 Pazartesi



   Edebiyat derin bir denizdir. Boğulmamak için iyi yüzme bilmek yetmez. Cesaret, araştırma ve bitmek tükenmek bilmeyen sabır da gerekir. Bugün edebiyatı çok satanlar listesinden ibaret sananlar var ki bu çok yanlış bir kanı. Edebiyat literatürü kitaptan ibaret değildir. Bugüne kadar devam edebilen bir "Türk Edebiyatı Geleneği" varsa dergilerden ve gazetelerden doğmuştur. Tanzimat Dönemi'nde gazetelerden halka ulaşmaya çalışmakla başlar, Cumhuriyet Dönemi'nde de dergiler edebi disiplin halini alır. Varlık dergisi etrafında toplanan Garipçiler, Mavi dergisinde buluşan toplumsal gerçekçiler şimdi de blog sayfasından ders kitaplarına sızmaya hak kazanan Afili Filintalar.
Sözünü ettiğim kişiler dergi olarak güncel mizah dergileriyle yetinebilirler. Oysa kökünü "edep"den alan bu denizin nimetleri bu kadar olamaz. Oturdum en köklü edebiyat dergilerini yazdım. En kaliteli olanlarından 5 tanesini sizler için seçtim.

1) VARLIK



Varlık dergisi Cumhuriyet Dönemi ve sonrasında başarılı Türk yazarlar için bir okul olmuştur. Öyle ki eğer bu dergide herhangi bir şiirin yayımlanmamışsa henüz olmuş sayılmazdın. Orhan Veli ve arkadaşları ilk şiirlerini bu dergide yayınlamıştır. Öykücüler de öyle. Füruzan'ı bünyesine alan dergiye şükürler olsun!

Dergi Yaşar Nabi Nayır tarafından 15 Temmuz 1993'te yayımlanmaya başlar. İlk yıllarında Batı Edebiyatı çevirileriyle ve Öz Türkçe anlayışıyla görülür. Daha sonralarda birçok yerli ünlü ismin ilk eserlerin yayımlanmasıyla bugünkü kimliği oturmuştur.
Ece Ayhan, Necati Cumalı,Tarık Dursun K, Yedi Meşaleciler ve Garipçiler bu dergi ile varlık buldular.Aylık olarak devam eden Varlık dergisinin yanında Varlık Yayınları da hayatına devam ediyor.

2) TÜRK DİLİ DERGİSİ



Türk Dil Kurumu'nun 1951 yılının Ekim ayından itibaren çıkartmaya başladığı dergidir. Aylık olarak kitapçılarda yer alıyor. Daha çok dilbilim alanında makalelere yer veren dergiye senelik olarak üye olmak mümkün. Derginin yazı işleri müdürü Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın'dır. Saim Sakaoğlu, Nevzat Gözaydın,Mustafa Canpolat gibi akademisyenler dergide makaleleriyle yer alıyor.Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi iseniz ya da dilbilime merak duyuyorsanız ufkunuzun açılacağının garantisini verebilirim. Günümüzde sadece dilbilime ağırlık verse de sahaflarda bulabileceğiniz ilk sayılarında Varlık dergisi gibi Yeni Türk Edebiyat'nın temel taşlarının isimlerine de rastlayabilirsiniz.

3) VİRGÜL




1997 yılının Ekim ayında yayın hayatına başlamıştır. 2009 yılının sonuna kadar iki ayda bir yayımlanmıştır. Pusula Yayıncılık tarafından çıkan dergide eski kitaplar tanıtılmış ve edebiyat dünyasına yeni isimler kazandırmıştır. Sahafları kurcalarken karşınıza çıkarsa alın, pişman olmazsınız.


4) YEDİ İKLİM DERGİSİ





Ali Haydar Haksal'ın yayın yönetmenliğini üstlendiği dergi, 1987 yılından beri hayatına devam ediyor. Necip Fazıl, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt, Nuri Pakdil gibi isimler dergiye yazılarıyla destek vermişlerdir.1987 yılından 1989 yılına kadar 24 sayı yayımlamış olan dergi; 1991 yılı itibariyle farklı bir çizgiyle yayın hayatına geri dönmüştür.


5) HECE / HECE ÖYKÜ DERGİLERİ



15 Ocak 1997 yılından itibaren yayın hayatına devam ediyor.Aynı isimle yayınevi de mecvut. Öyküye ağırlık vermesi sebebiyle HECE ÖYKÜ olarak çıkan diğer dergi iki ayda bir kitapçılarda öyküseverlerle buluşuyor.


BONUS : ŞİZOFRENGİ DERGİ





Deliliğimizin meşru kılındığı yeryüzünün en tatlı dergisi. 1992 yılında yayın hayatına başlıyor. Psikoloji ve psikiyatri konulu olsa da sanatkarane dili, yazıların edebi tadı bu listede yer almayı hak ediyor. Dergi kapanalı 23 yıl geçmiş olmasına rağmen www.sizofrengidergisi.com ' da bütün sayıları bulabilirsiniz. Fatih Altınöz'ün bütün çapulculara armağan ettiği bu siteyi gözden geçirmeyi unutmayalım.

Dergiden bir tadımlık :

"Arzettiğim gibi,hikmetinden sual olmayan Ulu Tanrım,bendeniz aklımın ne işe yaradığını pek anlamıyorum.Bana kör barsak gibi rudimenter bir takıntıymış gibi geliyor.Onun için istirham ederim efendim:Siz bize iyisi mi hayırlısıyla,tez zamanda münasip bir bunama lütfediniz,efendim.

Durumu görüş ve onaylarınıza saygılarımla Arzederim,Tanrım.''Ali Babaoğlu/Şizofrengi 92 

26 Eylül 2015 Cumartesi

Bu yazımızda sizlere biraz İrlandalı illüstratör, karikatürist ve aynı zamanda bir film yapımcısı olan Tomm Moore'u tanıtmayı amaçladık;

Kendisi elinden çıkan filmlerde, senaryolarının mistikliğiyle birlikte eşsiz bir Kelt müziği ve yaratıcı çizimleriyle izleyiciyi hipnoz etmeyi başaran bir yönetmenimiz. Karakterlerdeki naiflik, doğanın filmde kullanımı ve sübliminalleriyle, büyüklere masallar tadında konularını ele almayı tercih ediyor. 





Aynı zamanda da Cartoon Saloon adında bir animasyon stüdyosunun kurucularından. Stüdyo iki uzun metraj filme adını yazdırmış. Filmlerden ilki; kitaplarını ve hayatlarını Vikingler'den korumaya çalışan bir topluluğun hikayesi;


The Secret of Kells (2009)




  İkincisiyse iyiliğin ve umudun hikayesi; 

 Song of the Sea (2014).




İki film de animasyon dalında Oscar’a aday gösterilmiştir.  

Gösterilmeseler üzülürdüm zaten! Çizgi filmler hemen hemen hepimizin çocukluğundan kalan büyülü bir parçadır. Pazar sabahları kahvaltılarını uzatanlar, yıllar sonra bile, saçma sapan bir kıyafet görüp ‘Kaptan Mağara adamının bir arkadaşı vardı böyle beyaz giyen?
diye sorabilir ve cevap alamayabilir. Kısacası az çok hepimiz çizgi filmlere bağlıyız. Hala görsek bir yerde, sesimiz çıkmadan oturup izliyoruz. 





Yeni teknoloji ve animasyonlar genelde çocuklar için yapılsa da, en çok yetişkinler bekliyor filmlerin gelmesini. Bence bu bir yerde içindeki çocuğu besleme ritüeli. Hayat şartları, ‘Büyüdün artık sen’ diye başlayan baskılar, hayatın monoton grilerden oluşması- biz de öyle 50 ton falan da yok- derken her insan büyülü bir çizgiye ihtiyaç duyuyor.

Tam bu esnada; hayatta her şeyden sıkılıp küfürler yağdırdığınız, hak etmediğinizi düşündüğünüz ve dayanamıyorum noktasına geldiğiniz anlarda çizgi film izlemenizi tavsiye ederim. Çünkü her şeyi unutturup, masal dünyasına geri girmenizi sağlayacak kadar iyidirler. 


The Secret of Kells, Hristiyan tarihinden esinlenen bir hikaye. Tüm İrlanda, Vikinglerden korkuyor. Vikingler yağma, zorbalık ve yıkımla dehşet salıyor. Korunmaya çalışan diğer şeylerden biri de Kells manastırı. Kültürünü korumaya çalışan Başrahip Cellach; umutsuz, karamsar, cesur bir karakter. Durmaksızın manastırı ve kasabayı koruyacak duvarlar örmek ve ördürmekle meşgul. Başka rahiplerde var ve onların sahip olduğu bir büyülü efsane. Bu efsaneyi Brendan’a anlattıklarında her şeyin değişeceğinin farkında değiller. 

Iona kitabından (Book of Iona) ve kitabın yazarı Aidan’dan. Ufak bir araştırma bu kitabın İncil olduğunu söylese de çizim kitabı kıvamında. Kitapla ilgili hikaye anlatılırken, Aziz Columban emriyle yazılmaya başlandığı ve diğer kitaplardan daha üstün olduğunu anlatıyorlar. Ve kitabı yazan kişinin insan üstü yetenekleri olduğuna inanıyorlar. Sayfaları ışık saçıyor ve günahkarsanız kitabı açtığınızda kör oluyorsunuz. Yani kitap cennetin öteki yüzü olarak anlatılıyor.

Üstat Aidan’ın Kells Manastırına kedisi Pangur Ban ile gelmesiyle, Brendan’ı bu gizemin içine çekmesi bir oluyor. Brendan merakına yenilip, Aidan’ın odasına, kitaba gidiyor.

Anlatılanlardan dolayı kitap, Brendan’ın gözünde mucizevi ve tanrısal. Bence filmin esas anlattığı durum bu. Aslında müzice olarak gördüğümüz şeyler bizden fazlası değil.

Üstat Aidan, Brendan’a bunları anlatırken ‘karanlığı aydınlığa çeviren’ ve hiç yazılmamış görkemli bir sayfadan bahsediyor; Qui Ro sayfası. Ve Brendan’dan yardım talep ettiğinde hikaye başlamış oluyor. Yaşlı bir meşe ağacından tohum toplamasını istiyor. Ağaçlar, duvarın dışındaki tehlikeli ormanda. Brendan için zor bir karar; çünkü duvarlardan çıkması yasak. Brendan bu teklifi kabul ettiğinde, büyülü bir yol onu bekliyor.


Kararını verip, ormana girdiğinde ormanın sahibiyle ve perisiyle karşılaşıyor; Aisling. Orman perisi Brendan’a tohumları bulması için yardım ediyor. Eğer doğa seviyor, ağaca tapıyorsanız filmin bu kısmı gerçekten muazzam! 

Mürekkep yapılıyor, kitap yazılıyor bu sırada Viking baskını oluyor. Brendan kitabı bitirmeye ormanda devam etmek zorunda kalıyor. Kitap eninde sonunda yazılıyor ve gelecek nesiller için bir umut kapısı açılıyor. 



Yönetmenin ikinci filmiyse ‘Song of the Sea’. Film baştan sona mitler, Kelt müzikleri, büyüler, periler ve devler üzerine kurulu.

Tüm bu klasik konulara rağmen, film başlangıcından itibaren izleyiciyi içine alan ve bitişinde “rüyadan uyanmış” etkisi yaratan bir animasyon.

Deniz fenerinde yeni doğacak kızlarının odasını 4 yaşındaki oğlu Ben ile boyayan ve bu sırada hikayeler anlatan Bronagh; karanlık, fırtınalı ve kasvetli bir gecede kızlarının doğumu sırasında ölür ve arkasında darmadağın olmuş bir aile bırakır.


Bu trajik olaydan altı yıl sonra Saoirse hala konuşamıyor, Conor karamsar bir baba ve Ben annesinin ölümüne sebep olduğunu düşündüğü ve babasının tüm ilgisinin Saoirse’da olduğunu hissettiği için kız kardeşinden nefret ediyor. Saoirse’nun doğum gününde büyük annesinin şehirden gelmesiyle olaylar başlıyor. 


Bronagh’ın Ben’e verdiği ve ‘denizlerin şarkısını dinleyebilirsin’ dediği deniz kabuğunu bulan Saoirse’nun içgüdüleri harekete geçiyor ve aslında bir Selkie(fok kızı) olduğunu fark ediyor.

Bronagh’ın anlattığı hikayeler gerçek oluyor ve bu zorlu yolda Saoirse’ya yardım edebilecek tek kişi Ben ve köpekleri Cu. Büyük anne çocukları şehre götürüyor, bundan perilerin ve baykuşların haberleri oluyor. Bu sırada Ben, köpeği Cu’ya ulaşmak için deniz fenerine dönme planları kuruyor. Planlar gerçekleşirken, efsaneler planın içine giriyor. Bu büyülü yolculuk sırasında Ben Ulu Searachai’den yardım alıyor çünkü o hikayeleri besleyen ve tamamlayan bir kök gibi. Baykuş Cadı Macha, periler, kavanozlara hapsolmuş acı çeken ruhlar, taşlaşmış bedenler. Hepsinin tek bir kurtuluşu var Saoirse’nin kendine gelmesi ve şarkı söylemeye başlaması.

Filmin dikkat çeken noktalarından biri hiç kötü karakter yok. Eylemler kötü gibi görünse de temel de kocaman iyilikler üzerine kurulu. Ama asıl iyiliğin umut olduğu anlaşılınca tüm kördüğümler çözülüyor. Karakterler arası benzerlikler rahatsız etmeyecek bir kıvamda işlenmiş. Baykuş cadı Macha’nın dev oğlu ve Conor, büyük anne ve Macha, Ulu Searachai ve deniz fenerinde yaşlı gemici aslında aynı hikayelerin farklı versiyonları gibi.

İki film de yönetmenin masal anlatma ve yetişkinlere umudu hatırlatma açısında çok başarılı. Bildiğimiz, her mimiği vermeye çalışan animasyon türü yok. Parlak renkler, cılız seslerde. Çizgileri ve renkleriyle cümbüş gibi. Perspektif kavramını alaşağı eden bir havası var. Ve müzikler bu temayı tamamlayan son nokta. Hikayelerin gerçekliği, kültürün bereketi ve iyilik filmlerin her zerresinde izleyeni hayran bırakıyor.

Son olarak Song of the Sea filminin başlangıcında ki şiir, hayalperest hücreleriniz için.

"Gel buraya insan yavrusu,

Doğaya ve denize,

El ele verip periyle

Kurtar kendini;

Aklının alamayacağı kadar gözyaşı dolu o dünyadan."

 



F. 

23 Eylül 2015 Çarşamba

"Hollywood Unutulmayanları" Aynı Gece Kulübünde

"Hollywood Unutulmayanları": Terminator, Tony Montana, Tom Cruise, Carlito Brigante, Blade, John Travolta, Maske, Robocop, Renton, Darth Vader, Michael Jackson ve fazlasını aynı gece kulübüne salmışlar. Antonio Maria da Silva'yı (videoyu hazırlayan kişi) tebrik etmek gerek, uzun bir süre uğraşmış belli ki. Hollywood sevenleri, bunu da sevecektir diye düşünüyorum. Buyurunuz;



22 Eylül 2015 Salı

Leonardo DiCaprio - The Outsiders

The Outsiders, DiCaprio'nun 2. televizyon deneyimiydi. İlk resmi oyunculuk deneyimini The New Lassie dizisinde 2 bölümlük yapan DiCaprio, 1 sene sonra The Outsiders dizisi için kamera karşısında geçti. O işte o dizinin seçmelerinden 16 yaşındaki DiCaprio'nun performansı:



Robert De Niro - The Godfather

Robert De Niro oyunculuk kariyerine 1965 senesinde başladı. 1971 senesi geldiğinde De Niro, Coppola'nın The Godfarher'ı için seçmelere katıldı ve seçmelere katıldığı rol ise: Sonny Corleone. Fakat De Niro maalesef seçilmiyor ve rolü James Caan alıyor. De Niro da The Godfather'ın çıktığı 72 senesini boş geçiriyor. İlginçtir, De Niro, 74 senesinde çıkan The Godfather 2 filminde Vito Corleone rolüne üstleniyor. 




Natalie Portman - Leon

1994 senesi vizyona giren Leon, Natalie Portman'ın ilk 'uzun metraj' deneyimiydi. Ondan önce bir kısa filmde rol alan Natalie Portman, Leon'un seçmelerine katıldı ve o zaman 12 yaşında olan bu kız muhteşem bir performans ile Mathilda rolünü kapmayı başardı:




Matthew Fox - Lost

Matthew Fox, Lost serisine kadar birçok uzun-kısa-tv filminde oynamıştı. Hatta Lost'un mini dizisinde bile oynamıştı. Fakat adını fazlasıyla duyuramamıştı. Ta ki Lost serisi büyük bir projeye dönüşene kadar. J.J. Abrams'ın yapımcılığını yapacağı ve dünyada milyonlar tarafından izlenecek dizi için Mathew Fox, 2 ana karakterin seçmelerine katıldı: Jack Shephard ve James Sawyer. Matthew Fox'un Sawyer olmasını hayal bile edemiyorum şu anda.


Evangeline Lilly - Kate Austen

Lost ile devam edersek eğer: Evangeline Lilly, Lost ile büyük bir vurgun yapmış diyebiliriz. 2002'de, 23 yaşında başladığı kariyerine 2004'e kadar birçok iş sıkıştırmış ama neredeyse hepsi 'uncredited' yani jenerikte gözükmeyen türden. Hiçbir ciddi rolde yer alamamış olan Evangeline Lily, Lost seçmelerine katılır ve aşağıdaki performans ile hayatını değiştirir: 


Hugh Laurie - House M.D.

Hugh Laurie, 1975'te başlayan oyunculuk kariyerine sayısız dizi bölümü, bir sürü tv filmi ve sinema filmi sığdırdı. Yani House dizisine kadar birçok rolde oynadı ama sanırım büyük patlamayı 2004'ye başlayan House M.D. dizisi ile yaptı. İşte o dizi için katıldığı seçmenin görüntüleri:



Henry Thomas - E.T.

Henry Thomas oyunculuk kariyerine 1981 yılında daha 10 yaşındayken başladı ve 1 uzun metraj sinema filminde bir de tv filminde oynadı. Ardından da Spielberg'ün çekmeye hazırlandığı E.T.'nin oyuncu seçmelerine katıldı ve daha 11 yaşında milyonların izleyeceği bir film için muhteşem bir seçme performansı sergiledi:



Scarlett Johansson - Jumanji

Scarlett Johansson da oyunculuk kariyerine daha 10 yaşında başlayanlardan. 1994 senesinde North filminde kendine ufak bir rol bulmayı başarmıştı. Ardından Jumanji filminin seçmelerine, başrolün -Robin Williams- kızı olan Judy Shepherd rolü için seçmelere katıldı. Ve, seçilemedi. Rolü Kristen Dunst'a kaptırmıştı ama Jumanji'nin çıktığı sene, yani 1995'te bir dizi bölümünde ve Just Cause filminde rol almayı başarmıştı.



Matthew McConaughey - 
Dazed and Confused

Matthew McConaughey oyunculuk kariyerine biraz geç başlamış. Dazed and Confused filminin seçmelerine katıldığında da 23 yaşındaydı. Ondan önce 1 bölüm dizide oynayan McConaughey, ilk defa bir uzun metraj filminde yer almıştı. İşte o filmin seçmelerinden bir video:


Hugh Jackman - X-Men

X-Men 2000 yılında vizyona girdi ama Hugh Jackman'ın kariyeri 1994'te başlamıştı. Wolverine rolü öncesi sanırım çoğumuz Hugh Jackman'ı tanımayız. İşte Hugh Jackman'ın filmin yönetmeni Bryan Singer ile ilk okuma provası:



Jennifer Garner - Daredevil

Jennifer Garner 2003'teki Daredevil filmine kadar birçok ünlü filmde oynamıştı. Catch Me If You Can olsun, Pearl Harbor olsun başarılı filmlerde yer almıştı ama bizim bulabildiğimiz kadarıyla tek audition videosu Daredevil'da Elektra rolü için katıldığıdır:



Julia Roberts -  Mystic Pizza

Julia Roberts oyunculuk kariyerine o kadar hızlı girmiş ki 87'de bir dizide ve bir uzun metrajda oynamış, ardından 88'de bir tv filminde, bir bölüm dizide ve Mystic Pizza adlı filmde yer almış. 89 yılında ise 2 uzun metrajı daha var. Alttaki video Julia Roberts'ın 87'de katıldığı ve başrollerden birini kaptığı Mystic Pizza filmine ait.



Sophie Turner, Maisie Williams
 - Game of Thrones

Sophie Turner'ın oyunculuk kariyeri Game of Thrones ile başlamadı ama adını tabii ki bu seri sayesinde duyurdu. O zamana kadar 3 farklı işte yer alan bu güzel oyuncumuz, Maisie Williams ile beraber seçmelere katıldı. İşte o video:


Jim Carrey - Man on the Moon

Tabii ki Jim Carrey bu filme kadar adını çoktan duyurmuştu. Televizyonlarımızdan asla eksik olmayacak, hafızamızdan hiç silinmeyecek birçok başarılı filmde rol almıştı; ama maalesef ben onların audition videolarını bulamadım. Onun yerine başrolü alabilmek için herşeyi yaptığı ve seçilmemesinin imkansız olduğu Man on the Moon'un videosunu bulabildim:


Steve Carell - Anchorman

Steve Carell aşırı derecede sevdiğim bir oyuncudur ve ne kadar muhteşem biri olduğunu sanırım Jim Carrey'in başrolünde olduğu Bruce Almighty (Aman Tanrım!) adlı filmde göstermişti. Ardından aynı sene, yani 2003'de Anchorman'in seçmelerine katılmıştı. İşte o seçmeden muhteşem bir video:


21 Eylül 2015 Pazartesi

                



    Televizyon Oscar’ları olarak adlandırılan Emmy ödülleri dün gece Los Angeles’ta yapılan görkemli bir törenle 67. kez sahiplerini buldu. Brooklyn Nine-Nine’dan tanıdığımız komedyen Andy Samberg’in ilk kez sunduğu ödül törenine Game Of Thrones, Olive Kitteridge  ve dolayısıyla HBO damgasını vurdu. Drama dalında En İyi Dizi, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında ödül alan Game of Thrones, böylece 2015’deki ödül sayısını on ikiye çıkarmış ve %50 başarı oranını yakalayarak yeni bir rekor kırmış oldu. (24 adaylık 12 ödül) Yıllardır kendi yağında kavrulan dizilerden biri olan, geçen yıl aday olmasına rağmen ödülü Modern Family’e kaptıran Veep bu sene En İyi Komedi Dizisi seçilirken, geçen sene Fargo’nun kucakladığı Mini-Dizi ödülünü ise Fargo’nun film versiyonundan tanıdığımız Frances McDormand’ın üstün oyunculuğuyla iyi bir noktaya taşıdığı, HBO’nun Olive Kitteridge dizisi kazandı. Louis CK, Kevin Spacey, Bob Odenkirk gibi aktörlerin ve Mad Men, House of Cards, Homeland gibi dizilerin hayal kırıklığıyla tamamladığı, ödüllerin sanki daha önceden rezerve edildiği gecenin adaylarına ve kazananlarına kısaca bir göz atalım.

yakışmış başkan


             Drama’yla başlayalım;

            Geçen yıl törene damgasını vuran Sherlock, Fargo ve Breaking Bad’in bu sene olmayışları, yine geçen sene Drama Dalında En İyi Yönetmen ödülünü kazanan Fukunaga’nın ahı tutması üzerine True Detective’in rezil bir ikinci sezonu geride bırakması, House of Cards’ın, Mad Men’in ve Orange is New Black’in ise kurul tarafından üvey evlat muamelesi görmesi sebebiyle; kitap serisinden tamamen kopmuş, ilk yedi bölümü çöp, bir bölümü “Walking Dead”, bir bölümü “Dünya ne kadar küçük” ve bir bölümü de “Hayat tesadüflerle dolu” temalarıyla süslü Game of Thrones, En İyi Drama Dizisi ödülünü kazandı. Son sezonuyla özellikle kitap serisinden ayrışma sürecinin çok ani oluşu (Barristan the Bold nasıl ölür lan allahsızlar?), kahramanların karakteristlik özelliklerinin çok ani değişimi (Kızını yakan Stannis?), senaryonun amaçtan çok araca hizmet ederek küçük olayların ana olayın önüne geçmesi, can alıcı olayların hep tesadüf sonucu meydana gelmesi gibi olaylar, Game of Thrones’u kitap ve dizinin birleşimi bir seri olarak takip eden hayranlarının gözünden düşürdü. Bu sezondan nefret eden hayran kitlesine rağmen seçici kurulun diziye dört ödülü birden layık görmesini ben, geçen yıllardaki en iyi döneminde bile  Game of Thrones’ın diğer yapımlar karşısında çok çok az ödül alabilmiş olması olarak yorumluyorum. Seçici kurulda ben olsaydım, bir Vince Gilligan hayranı olarak, En İyi Drama Dizisi ödülünü izleyiciye mükemmel bir on bölüm izleten AMC’nin Better Call Saul dizisine verirdim. Fakat insanların Breaking Bad’in her törenden ödüllerle dönmesinden artık tiksindiğini düşündüğümüzde ise bir Breaking Bad Spin-Off’u olan Better Call Saul’un Breaking Bad’in olmadığı ilk törende ödül alması tepki çekebilirdi. (Ne kadar çok Breaking Bad dediğimin farkındayım.)

Game of Thrones ekibi onlayn


            Drama Dizisinde En İyi Erkek Oyuncu dalında Bryan Cranston’ın yıllarca ödülleri süpürmesinin ardından bu yıl ödül yarışının Kevin Spacey ve Jon Hamm arasında geçmesi bekleniyordu. (Her ne kadar gönlümüzde Bob Odenkirk olsa da) Ödülü kazanan ise Jon Hamm oldu. Yıllarca adaylıklardan eli boş dönen Hamm, Mad Men’in bitmesi ve Kevin Spacey’e ödül verebilmek için kurulun bir yıl daha süresinin olması sebebiyle ödülü aldı diyebiliriz. Seneye çok üstün bir performans gösteren bir aktör olmazsa da ödül Kevin Spacey’in. Bakalım bu sefer ödülü aldığına inanabilecek mi?

nice genç senin ortamını gördü de tercihlere reklamcılık yazdı başkan


          Drama Dizisinde En İyi Erkek Yardımcı Oyuncu ödülünü alan Peter Dinklage ödülü almak için bu sene pek bir şey yapmadı diyebiliriz. Dizinin özellikle geçen sezonunda üstün performans gösteren aktör, bu sene kah şarap içerek kah gemide seyahat ederek ödüle uzandı. Daha önce de söylediğim gibi Game of Thrones’un aldığı ödüllerin çoğu geçmiş yıllarda kaybettiklerine ithafen alınmış ödüller. Bu kategoride Dinklage’i zorlayabilecek tek performans Better Call Saul'dan Jonathan Banks idi. Zaten Dinklage de konuşmasında bundan bahsetti.

ödülü geçen sene bu replikle almıştı zaten: "I did not kill Joffrey but I wish that I had. ... I wish I was the monster you think I am. I wish I had enough poison for the whole pack of you. I would gladly give my life to watch you all swallow it. I will not give my life for Joffrey's murder. And I know I'll get no justice here, so I'll let the gods decide my fate. I demand a trial by combat!

                Drama Dizisinde En İyi Kadın Oyuncu ise çoğumuz için yine sürpriz birine gitti, ABC’nin How to Get Away with Murder dizisinden Viola Davis. Tam bir kapalı kutu olan; bu Hukuk Draması, Gizem türündeki yeni dizi daha ilk sezonunda bu büyük ödülü alırken, Viola Davis’in canlandırdığı Ceza Hukuk Profesörü’ne karşılık ödül için Homeland’dan Claire Danes, Mad Men’den Elisabeth Moss, House of Cards’ın first lady’si Robin Wright yarışsa da başarılı olamadılar.
.


              Drama Dizisinde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü ise bu ödül töreninde performansıyla aldığı ödülü en çok hak eden birine gitti, Orange is New Black’ten Uzo Aduba. Geçen sene rol arkadaşı Kate Mulgrew aday olsa da ödül Mom dizisinden Allison Janney’e gitmişti. Aduba’nın bu seneki rakipleri ise Mad Men’den Christina Hendricks, Game of Thrones’tan Emilia Clarke ve Lena Headey,  Downton Abbey’den Joanne Froggatt ve The Good Wife’dan Christine Baranski idi. Eğer bu kategoride Uzo Aduba aday olmasaydı ödülün Game of Thrones'ta The Mothers Mercy bölümündeki oyunculuğuyla Lena Headey’e gitmesini isterdim.

ben çok doluyum da

                Drama Dizisinde En İyi Senaryo ödülü; mükemmel bir kitap serisini, daha fazla ses getirmek ya da diğer bir deyişle daha fazla para kazanmak uğruna harcayan muhteşem ikili David Benioff ve D.B. Weiss’e  ve Mother’s Mercy bölümüne gitti. (Shame!) Adaylardan biri olan Better Call Saul’un “Five-O” bölümü ise Breaking Bad’den  tanıyıp bir baba gibi saygı gösterdiğimiz Mike Ehrmantraut’ın hikayesini emsalsiz bir şekilde anlatıyordu. Jonathan Banks’in bu performansı ona bu törende adaylık getirse de seçici kurul bu bölümü Shame! diye bağıran rahibelerle değişti.

sen daha iyilerine layıksın be Mike baba...

                En İyi Drama Yönetmeni ise yine Game of Thrones’tan David Nutter’a yine Mother’s Mercy ile gitti. (Ne bereketli bölümmüş be arkadaş?!) 

                      Komediyle devam edelim;

                2012’den beri sessiz sedasız ama derinden ilerleyen ve kendi hayran kitlesini çoktan oluşturmuş Veep’in En İyi Komedi Dizisi seçilmesi çoğumuz için sürpriz oldu. Veep’i zorlayabilecek dizilerden ikisi olan Louie ve Parks and Recreations ise zaten yıllardır Modern Family & The Big Bang Theory hegomanyasından sıkılmış oldukları için Veep’in ödül almasına kendileri ödül almış gibi sevinmişlerdir. Benim bu kategoride kalbimden geçen ise çok iyi bir sezon geçiren Louie idi. Sanırım Louie’nin, anlatımıyla sıradan Amerikan mizahından sıyrılması ve salt ‘komedi’ olmaması jüri tarafından takdir görmedi. (Their smiling faces give me diarrhea.)


                Komedi Dizisinde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü ise Transparent’dan Jeffrey Tambor aldı. Louis CK, Louie’deki Bobby’s House bölümünde mükemmel bir oyunculuk sergilemişti. Karşısındaki kadını karşılıksız seven bir adamın neler yapabileceğini esprili bir dille anlatmaya çalışan Louis CK, her ilişkinin sonunda biraz da hüzün ve hayal kırıklığının olduğu fikriyle biten bir bölümle izleyicinin karşısına çıkmıştı. Yazık oldu.

Louie 5 x 4: Bobby's House


                Komedi Dizisinde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve Komedi Dizisinde En İyi Kadın Oyuncu ödülleri, En İyi Komedi Dizisi seçilen Veep’ten  Tony Hale ve Julia Louis-Dreyfus’a giderken herkes bu karakterlerin bu ödülleri çoktan hak ettikleri konusunda hemfikirdi. Benim kalbim Leslie Knope için çarpmış olsa da gerçekler bu yönde.

tamam anladık ödülü sen aldın tamam


                   Komedi Dizisinde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü Mom’dan Allison Janney’e gitti. Ödül bir an Mayin Bialik’e gidecek diye korkan binlerce insan da böylece rahat bir nefes aldı. Yoksa siz de artık ekranda The Big Bang Theory görmek istemeyenlerden misiniz?

        En İyi Komedi Dizisi Senaryosu ödülünü Veep’ten  Simon Blackwell, Armando Iannucci ve Tony Roche alırken, En İyi Komedi Dizisi Yönetmeni ödülü ise Transparent’den Jill Soloway'e gitti.



yaşlanmışsın görmeyeli..

                En İyi Mini Dizi, Mini Dizi/Tv Filminde En İyi Erkek Oyuncu (Richard Jenkins), Mini Dizi/Tv Filminde En İyi Kadın Oyuncu (Frances Mcdormand), Mini Dizi/Tv Filminde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Bill Fucking Murray) (1977'den beri ilk Emmy'si), En İyi Mini Dizi Senaryosu (Jane Anderson), En İyi Mini Dizi/Tv Filmi Yönetmeni (Lisa Cholodenko) ödülleri ise Game of Thrones’la beraber ödül törenine damgasını vuran Olive Kitteridge’ye gitti. Olive Kitteridge yalnızca Mini Dizi/Tv Filminde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü American Crime’dan Regina King‘e bıraktı.

Regina King, Müslüman bir kadını oynadığı American Crime ile ödülü evine götürdü.

                67. Emmy Ödül törenlerinin kısaca özeti bu yöndeydi. Ülkemizde pek çok takipçisi olan yabancı dizilerin yarıştığı bu ödül töreninin gerçek kazananları ise 3 ödül alan Veep, 4 ödül alan HBO’dan Game of Thrones ve yine HBO’dan 6 ödüllü Olive Kitteridge oldu. HBO sahip olduğu 40 adaylıktan 10’unu kazanırken onu 8 adaylıktan 3 ödül çıkartan Comedy Central ve  5 adaylıktan 2 ödülle dönen Amazon takip etti.

              Gecenin hayal kırıklıkları ise, The Good Wife, Modern Family, Louie, House of Cards, ve Better Call Saul oldu.


                 Sevgiler.
               

Bonus : Peter Dinklage ve Ödül Konuşması



                

20 Eylül 2015 Pazar

Türk sinemasının “ilkleri” değil de -ilkleri demek çok kapsamlı olacaktır.- "bazı ilk heyecanları" sizlere aktaran, Yanaki ve Milton Manaki kardeşlerden Fuat Uzkınay’a, Majik Sineması’ndan Muhsin Ertuğrul’a, Ayhan Işık’tan Cahide Sonku’ya, Mustafa Kemal Paşa’dan senaryolarını “Mümtaz Osman” takma ismiyle yazan Nazım Hikmet’e kadar uzanan, Türk Sineması’nın başlangıç yıllarına ait fotoğraf, dergi ve afiş görsellerinden oluşan bir seçki örneği sunmak istedim. Bilgiler, fotoğraflar, yalnızca tek bir kaynaktan elde edilmemiş olup; bazı resmi gazetelere, mecmualara, fotoğrafçılara, sinema tarihçilerine başvurularak hazırlandı. 

İlkleri anacaksak, ilk Türk filminden söz etmemek abes olur. 1914’te yedek subay Fuat Uzkınay’ın, Yeşilköy’deki Ayastefanos Anıtı’nın yıkılışını filme alışı, Türkiye’de sinamanın başlangıcı olarak kabul ediliyor. 

İlk yazımda “Sinematografın İnşası” başlığı altında, tahmin edersiniz ki sinematografı ele almıştım. Lumiere Kardeşler’in icadı olan sinematografın, Osmanlı ülkesine girmesi, Paris’teki gösteriden kısa bir süre sonra gerçekleşti. Babıâli, sinematograf denilen bu icattan Fransa Sefareti’nin gönderdiği bir yazıyla haberdar oldu. Sinematograf, tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı’da da büyük bir ilgiyle karşılandı. Kahvehane, birahane gibi mekanlardan yapılan ilk gösterilerden sonra, Sigmund Weinberg’in çabalarıyla gerçek mekanına kavuştu.
 Aslında Osmanlı topraklarındaki ilk film çekimini Manaki Kardeşler, II.Meşrutiyet’in ardından Rumeli’de yapmaya başlamıştı. 1914’te Fuat Uzkınay’ın belgesel çekiminin ardından Birinci Dünya Savaşı sırasında, Ordu Sinema Film Merkezi çok sayıda film kaybetti. İlk drama 1916’da Sedat Simavi tarafından çekildi. Cumhuriyet’in ilanından sonra sinema tutkusu Muhsin Ertuğrul’un öncülüğünde tüm Türkiye’yi sardı.
 Buyurunuz, bu seçkiye birlikte göz atalım.

Viyana Güzel Sanatlar Akademisi mezunu, “Cumhuriyet”, “Papağan”, “Akbaba”, “Son saat”, “Yeni Ses”, “İkdam”, “Zaman”, “Yedigün”, “Karikatür”, “Şaka”, “Akşam”, “Dünya”, “Nasreddin Hoca”, “Tercüman” dergi ve gazetelerinde çalışmış olan, uzun yıllar “Tarihten Çizgiler” (sonra bunu albüm haline getirdi.) başlığını taşıyıp, Osmanlı devrini yansıtan karikatürler çizen Salih Erimez, bu sefer ilk sinema filmi “Trenin İstasyona Girişi”nin İstanbul’daki gösterimini anlatan bir karikatüre imza atıyor. 





Türkiye’de ilk sinema gösteriminin yapıldığı, bugünkü Beyoğlu Avrupa Pasajı’nın üst katında yer alan tarihi Sponeck Birahanesi’nin afişi.

 

Osmanlı’da ilk filmler, Makedonya’lı Manaki Kardeşler tarafından, II. Meşrutiyet’in ardından Rumeli’de ve 1911’de Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatinde çekildi. ( Sinema tarihinden bilinmiyorsa da, Theo Angelopoulos’un; “To Vlemma tou Odyssea” filmini izleyenler, bu kişileri hemen anımsayacaktır.)



İlk Osmanlı vatandaşı sinemacılar Yanaki ve Milton Manaki kardeşler.



Tepebaşı’ndaki Petits Champs’da da sinema gösterileri yapılıyordu.


Orta Çağdan itibaren, Yunanca'da "karşı yaka", "öte" anlamına gelen "Pera" (Πέρα) adıyla anılmış, bugünkü “Beyoğlu” dediğimiz bölgede bulunan Şark Sineması’nın ilanı.



1923 tarihli Sinema Postası – Resimli Haftalık Mecmua



1909 yılında "Pathé Freres Sinematografhanesi" adıyla açılan,  ilk gösterilerden itibaren
gelirlerin, İzmir’in yoksul insanlarına yardım olarak dönüştürülmesi geleneğini uzun bir süredir devam ettiren Pathe Sineması’nın binası.


Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Merkez Ordu Sinema Dairesi çalışanları, askeri sinemanın önünde.. (Önde solda Fuat Uzkınay ve yanında Kadıköy'de Kuşdili sinemasını açan, Lale Film şirketini kuran Cemil Filmer Beyler.)



Merkez Ordu Sinema Dairesi stüdyosunun Türk ve Alman çalışanları.
























İlk Türk filmi kabul edilen, Ayastefanos Anıtı’nın yıkılışını filme alan yedek subay Fuat Uzkınay.




Büyük Harp’ın başında, Yeşilköy’deki Ayastefanos Anıtı’nın yıkılışı.






























Başkumandanvekili Enver Paşa, iki Alman subayının getirdiği kameranın önünde.



Çanakkale Cephesi’nde bir Alman subayı ile iki Osmanlı askeri kamera önünde.











İlk Türk drama filmi Pençe’yi çektiği yıllarda Sedat Simavi. (Fazlaca gazete ve dergilerde imzası olmasına karşın, özellikle Hürriyet gazetesinin kurucusu olmasına dikkat çekmek isterim.)


İşgal altında olan İstanbul'daki işgal kuvvetlerinde görevli, Fransız subayı General Louis Franchet D’Esperey'in “Bir Fransız kızının, bu şekilde ahlaksızca gösterilemeyeceği, Anjel’in şahsında Fransızların küçük düşürüldüğü” gerekçesi ile yasaklanmasına rağmen gizlice gösterime giren, yapımcılığını Fuat Uzkınay ve Malul Gaziler Cemiyeti’nin üstlendiği, Türk sinemasında sansüre uğrayan ilk film “Mürebbiye”nin senaristi ve yönetmeni Ahmet Fehim Bey’in, yine bir ilk için işe koyulduğu, ilk tarihsel film denemesi.






















     Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in kurtuluşunun ardından, hükümet        konağından çıkarken filme alınıyor.















1920’li yıllarda Şehzadebaşı’nda sinemalar.














1932'de Muhsin Ertuğrul'un ilk beyaz perde uyarlaması olan “Bir Millet Uyanıyor” filminin çekimleri. (Eser: Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu)










Muhsin Ertuğrul’n yönettiği “Ateşten Gömlek” filminden bir sahne.




“Leblebici Horhor” filminin Kağıthane’deki çekimleri sırasında Cezmi Ar ("Bir Millet Uyanıyor" filminde de görüntü yönetmenliği yapmıştı.) ve Muhsin Ertuğrul.


Cumhuriyetin ilk yıllarında, sinema salonlarının sıralandığı İstiklal Caddesi.


Adı daha sonra “Venüs”, “Taksim Sahnesi” olacak olan, yeni bir kültür ve alışveriş merkezi yapılması için binanın yıkılmasına karar verilen, Ağustos 2007'de binada kiracı olan İstanbul Devlet Tiyatrosu’na, kendisine ait tüm donanımı ve eşyaları sökerek binayı boşalttırdıktan sonra, binanın 2008'de yıkılması, yerine yapılacak alışveriş merkezinin İstanbul'un "Avrupa Kültür Başkenti" olacağı planları üzerine yok edilen Majik Sineması’nın el ilanı. 
(“Kültür” kelimesinin sözlükteki karşılığından biri de “Uygun biyolojik şartlarda, bir mikrop türünü üretme.”dir. Herhalde onu kastettiler…)



1926 tarihli Film Mecmuası. Kapakta; “Sevimli sahne yıldızlarından Lil dö Pöti” yazıyor.



1929-30 yıllarında Elhamra Sineması çalışanları. 



1932 yılı yapımı  operet filmi “Karım Beni Aldatırsa”nın yönetmenliğini Muhsin Ertuğrul, müziklerini Muhlis Sabahattin yapmıştı. Senaryo da "Mümtaz Osman" takma ismiyle Nazım Hikmet’e aitti.



Muhsin Ertuğrul’un “Tosun Paşa” filminin afişi.



Tosun Paşa filminde Türk sinemasının ilk yıldızlarından Feriha Tevfik - Bu arada kendisi Türkiye'nin ilk güzellik kraliçesi olur. - , Suavi Tedü ve Hazım Körmükçü bir arada.



İstanbul Sıraselviler Caddesi'ndeki Majik Sineması’nda “Bir Aşk Nağmesi” filminin afişi. 










Muhsin Ertuğrul’un, ilk sponsor desteğiyle çekilmiş ve Türk sinemasının ilk uzun metrajlı renkli filmi “Halıcı Kız”



Türk sinemasının en gözde seslendirme sanatçıları bir arada: En arkada Sair Köknar ve Ferdi Tayfur (arabeskçi Ferdi Tayfur değil.), ortada İnci İpekçi, sağda Mehmet Ali Cimcoz, önde solda Nazım Hikmet ve Mahmut Moralı.



İlk sesli filmimiz “İstanbul’un Sokaklarında”nın Paris'teki stüdyo çekimleri sırasında Semiha ve Rahmi.



Aydın Arako’nun yönettiği “İstanbul’un Fethi” filminin lobi kartı. Başrolde Sami Ayanoğlu var.


1932 yılında İpek Film Stüdyosu’ndaki dublaj sırasında Mahmut Moralı.



1930’lu yıllarda Beyoğlu Lüks Sineması’nda seyirciler. (Lüks Sinaması’nın bulunduğu ada, Demirören Grubu tarafından satın alındı ve Saray Sineması ile Lüks Sineması tahliye edilerek kapatıldı. Sonuç: Demirören Alışveriş Merkezi.
07.09.2015’te bildirildi: Mikrop üretimleri devam ediyor. Gerçekten “kültür” başkenti olabiliriz.)










Halide Edip Adıvar’ın eserinden sinemaya uyarlanan, Ömer Lütfi Akad’ın yönettiği “Vurun Kahpeye” filmi, Majik Sineması’nda.






Vedat Örfi Bengü, “Ateşten Gömlek” adlı filmin çekimlerinde, kameraman Yuvakim Filmeridis ile birlikte.



Cumhuriyetin 10. yıl törenlerinin çekimi sırasında Osman İpekçi.







Muhsin Ertuğrul ve Hazım Körmükçü, ilk yerli sesli filmlerden Tosun Paşa’nın çekimleri sırasında.






Fahir İpekçi ve İsmail Cem’in babası İhsan İpekçi tarafından kurulan İpek Film Stüdyosu'nda çekim yapılırken.



1930 yılında Taksim İstiklal Caddesi’nde bir sinemanın girişi.








Türk sinemasının büyük yıldızı Cahide Sonku. -Cahide Sonku için de şöyle bir not geçeyim; kendisi Türk Sineması'nın hem ilk kadın yıldızı, hem de ilk kadın yönetmenidir.-



Cahide Sonku’nun başrolünde oynadığı “Şehvet Kurbanı” filminin setinden.






Yönetmen Ömer Lütfi Akad, başrollerde Ayhan Işık ve Neriman Köksal’ın oynadığı, 1953 yapımı “Katil” adlı filmin çekimlerinde.