• 2015-2016 Dizi Rehberi

    2015-2016'da başlayacak ya da devam eden yabancı diziler ne zaman başlıyor?[...]

  • Mia'nın Teaser'ı Görücüye Çıktı

    Yönetmenliğini ekibimizden Batuhan Gün'ün yaptığı Mia adlı filmimizin teaser'ı çıktı [...]

  • Dokun Bana'nın Fragmanı Çıktı

    Ekibimizin ilk B-Film deneyiminin fragmanı karşınızda[...]

  • Süreç-Birileri gelir ve giderler

    Çekimlerini 2014 yılında tamamladığımız Süreç adlı kısa filmimiz[...]

  • Bizde Neden Yapılmadı Denilecek Filmler

    Bizde de yapılabilecek nedense yapıl-a-mayan filmleri listeledik[...]

  • Şarlo Gerçekte GÜler Miydi?

    Yazarlarımızdan Valerii Ege Deshevykh'in kaleminden Chaplin'in gerçek yüzü[...]

  • Kayıp Topraklar

    Umursanmayan doğu sinemasının yönetmenlerini kaleme aldık[...]

17 Ekim 2015 Cumartesi



“Dil telaffuz edilmiş her şeyin mırıltısıdır, aynı zamanda konuştuğumuz zaman anlaşılmamızı sağlayan şeffaf sistemdir; kısaca dil hem tarihte birikmiş tüm sözlerin meydana getirdiği olgu, hem de (Fransızca, Yunanca gibi bir) dilin bizzat sistemidir."  -Foucault
  Daha önce Yapma / Yapay Diller üzerine yazmıştım. Yüzüklerin Efendisi'nden ve Yapma Dillerin Efendisi muhteşem bir dilbilimci Tolkien'den de söz etmiştim. Yapma Diller insan zekasına bağlı olarak doğuyor. Peki doğal diller nasıl doğdu? İlk insan nasıl konuştu?Onu konuşturan şey neydi? Hiç merak ettiniz mi?

 Bu soruların cevapları kesin değil. Dilciler, dil üzerine çalışanlar kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüş durumdalar. En başta dillerin doğduğu köken üzerine tartışırken ayrılığa düşmüşler. Kimileri "Monojenist" olmuş kimileri de "Polijenist": Yeryüzündeki bütün dillerin bir tek kaynaktan çıktığını savunanlar ve dillerin ayrı ayrı kaynaklardan doğup beslendiğini düşünenler olmak üzere ikiye ayrılmışlar.

 Ben bu yazı dizisinde polijenistlerin ortaya sürdüğü görüşler üzerinde duracağım. Onların ortaya attığı teorileri sizlere aktaracağım. Çünkü dillerin doğuşu bir anlamda kelimelerin doğuşu da demektir.
"Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı ile birlikteydi ve söz Tanrı idi."
-Yuhanna İncili 1:1-29
 Dillerin doğuş teorilerinden söz etmeden önce biraz hikaye anlatacağım sizlere. İlk dilin ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Bilmemize imkan varmış gibi de gözükmüyor. Ama efsaneler ve yazılı kaynaklar bize "acaba" dedirtmeden durmuyor. Eski Yunanlı tarihçi Heredot'da bunlardan birisi. Eski Mısır krallarından biri -gayri resmi bilgilere göre I.Psamtik- en eski dili tespit etmek üzere bir deney yapıyor. Yeni doğan iki bebeği doğuştan işitme engelli bir bakıcı kadına teslim ediyor ve kadının çocukları insanın bulunmadığı bir ortamda büyütmelerini sağlıyor. İki çocuk bir süre sonra Frigce ekmek anlamına gelen "Bekos" kelimesini kullanarak ağlamaya başlıyor.



.
Hikaye ya da deneyden  yeryüzündeki en eski dilin Frigler'e ait olduğunu öğreniyoruz. Burada ufak çaplı tarihe, onların kim olduğuna dair bir yolculuğa çıkmamız gerekecek.

 Frigler; Balkanlar'dan göç etmişlerdir. Kültürlerine dair önemli efsanelerden biri 'eşek kulaklı Midas'tır. Tanrıların anası olarak kabul edilen 'Kibele'nin Frigler'in kültüründen doğmuştur.

Hep söz üzerine konuştum ve gelecek yazılarımda da devam edeceğim. İncil'de de sözden bahsediyor. Ya mana? Mana ne zaman girdi hayatımıza? Çevremizdeki her şeyi anlamlandırmaya çalıştığımız için diller doğdu. Anlamlandırıp anlatmak istedik. Yazıya döktük, alfabeler yaptık. Söz değişmedi. Öyle ki söz ile kız aldık, söz ile borç verdik. Söz esas olarak kaldı. Tanrı'nın ilhamı olan söze manayı biz yükledik. Ve şimdi sözün evreninde dolaşıyoruz.

16 Ekim 2015 Cuma

        Kültür olarak nitelendirdiğimiz davranışlarımız, inanç ritüellerimiz, günlük hayatımızdaki alışılagelmiş davranışlarımız ve bunların DNA'sı... Hiç merak ettiniz mi bunların nasıl kaynaklandığını?

        Mitoslar ve masallar; bunlar bizlere ne kadar anlamsız ya da çocukluk eğlenceleri olarak geliyor değil mi? Halbuki bunların hepsi bizlerin kültürel geçmişini oluşturmaktadır. Bu kitap ile mitoslardan ve masallardan yola çıkarak geçmişe anlam kazandıracaksınız.



           Yazar, arkeolog İsmail Gezgin, Ege Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Mitoloji alanında farklı eserleri de bulunan İsmail Gezgin, sanatın mitolojisi kitabında tarih öncesi dönem ile Hristiyanlığın indirilmesi arasındaki dönemi ele alarak, insanlığın gelişim süreçlerini, sembollerin gelişimi ve anlamlanmasını, sanatın anlamlanmasını, mitolojik hikayeleri ve kutsal inançlarda gerçekleştirilen ritüellerin mitolojik temellerine değinmektedir.

          Mitosların; antik çağın psikolojilerini yansıttığını ve sanatın psikolojik bir ihtiyaçtan doğduğunu bu sebeple mitoslar kanalı ile geçmişe yönelik doğru psikolojik tahlil yapabileceğimizi görüyoruz. Henüz yazı dahi olmadan insanların oluşturdukları sanatın onların bilinç dışından kaynaklanan mitosları temsil ettiğini söylemek mümkün.

        Kitap; Semavi dinlerin, kutsal kitaplarının da değindiği üzere insanoğlunun biyolojik yapının en zayıf halkası olduğunu ve ilk insan olan Australopithecus üzerinden başlayarak insanlığın geçirdiği evreleri bizlere sunmaktadır.

       Ölümün karşısında insanoğlu, çoğalmayı her zaman çare olarak görmüştür. Güçlü olabilmek için ölüm karşısında organize olunması ve birlikte mücadele edilmesi gerekmekteydi. Ölüm; silahlar ile yenilebilecek bir boğa olarak tasvir edilirken, insanoğlu bu boğayı birçok defa sanatı ile duvarlara resmetmiştir. Bu da açıkça sanatın, sanatçının bilinç dışını ne denli yansıttığını bizlere kanıtlamaktadır.



          Mitosların, şamandan pagan kültürüne, semavi dinlere direkt etkileşimi anlatılıyor ve semavi dinlerin kutsal kitapları kaynak gösteriliyor. Kitabın son kısmında yaratılış mitosu ve ritüellerin mantıklı mitolojik gerekçeleri de veriliyor. 

           Benim başvuru kitabı olarak kullanmak istediğim ve ileride oluşturacağım eserimde bana kaynak olacak bu eseri; sanatı, mitolojiyi, insanın tarihsel gelişimini ve daha birçoğunu doğru tahlil edebilmeniz için şiddet ile önermekteyim.


5 Ekim 2015 Pazartesi

Türk toplumu olarak belgeselleri çok seviyoruz. Gerçi belgesellerin reytingleri düşük ama olsun; ortamlarda izliyoruz deriz, kim bilecek. Hadi sizi biraz kaplanların doğal yaşamlarından ayırayım ve izlediğinizde fikirlerinizi değiştirebilecek, dünya görüşünüzü yenileyecek, kafanızı karıştırabilecek belgeseller ile tanıştırayım. Kesinlikle hiçbir abartım yok; izlediğinizde fikirlerinizi değiştirebilecek derecede güçlü ve değerli 22 belgesel koyacağım. Seçin, beğenin, izleyin... Ama emin olun, izledikten sonra eski siz olmayacaksınız. Hadi buyrun:

1. Citizenfour
Yönetmen: Laura Poitras
Tarih: 2014

İlk tercihim Citizenfour oldu çünkü belgesel 2015 Akademi Ödülleri'nde En İyi Belgesel Ödülü'nü almayı başardı. Zaten alacağı da çok belliydi. Belgeselin içinde yer alan 2 gazeteci Laura Poitras ve Glenn Greenwald Pulitzer Ödülü'ne layık görüldüler. Belgeselde eski bir NSA çalışanı olan Edward Snowden'ın kaçırdığı dosyalar üzerinden ortaya attığı büyük bir iddia anlatılıyor. İddiaya göre; 11 Eylül sonrası Amerika, Prism adını verdiği bir teknoloji ile insanları, iradelerinin dışında takip ediyor ve bilgi topluyor. Yani bizi istedikleri zaman istedikleri herhangi bir kameradan takip edebiliyorlar. Oscar almayı başaran belgesel sayesinde 'Person of İnterest' gibi bir dizinin gerçekliği tartışılır oldu.



2. Hot Girls Wanted
Yönetmen: Jill BauerRonna Gradus
Tarih: 2015

Porno sektörüne büyük ihtimal hiç bu kadar yakından bakmamışınızdır. İçinde gerçek pornocuların olduğu, onların hayatlarının anlatıldığı; ne kadar kazandıklarına, nasıl yaşadıklarına, çekimlerin nasıl yapıldığına dair her türlü bilginin 'hiçbir kurmaca olmadan' gösterildiği bir belgesel. Emmy ödüllerine aday olan ve Sundance'in özel seçimi olan belgesel porno izleyicilerinin büyük ihtimal tanıdığı pornocuları barındırıyor içinde. Belgesel sonrası porno sektörüne bakış açınız değişebilir; değişecektir ve porno sektörü hakkında soru işaretlerinize büyük ihtimal cevap bulmuş olacaksınız.



3. Zeitgeist: the Movie
Yönetmen: Peter Joseph
Tarih: 2007

Hala izlemeyen varsa ekran başına alalım. 3 seri olan Zeitgeist'ın bu ilk filminde din, para sistemi ve 11 eylül üzerine aşırı iddialı bilgiler var. İzledikten sonra din konusunda fikirleriniz değişebilir, ekonomi hakkında düşünceleriniz pekişebilir ve 11 eylül hakkında hala şüpheleriniz varsa kalkabilir. 



4. Zeitgeist: Addendum
Yönetmen: Peter Joseph
Tarih: 2008

Serinin ikinci filmi olan Addendum gene iddialı konulara değiniyor: Para sistemine bir daha giren belgeselimiz; bir taraftan dünyayı nasıl yok ettiğimizi ve esasında ne kadar yanlış şehirleştiğimizi, bir taraftan da Venüs Projesi adında dünya kaynaklarını yok etmeden nasıl kullanmamız gerektiğini anlatan bir proje sunuyor. 




5. Zeitgeist: Moving Forward
Yönetmen: Peter Joseph
Tarih: 2011

Serinin üçüncü filmi olan belgeselimiz, diğer 2 belgesele nazaran daha iddialı. Doğum ve çocuk gelişimine değinmesinin ardından, toplumdaki sorunların anne karnından başladığını, ardından parasal sisteme tekrar girip, yepyeni bir dünya keşfetsek o dünyada nasıl şehirleşmemiz gerektiğini ele alıyor. Belgeseli izledikten sonra büyük ihtimal anlattıkları şehirleşme modeli üzerine arkadaşlarınız ile tartışacaksınız.



6. The Act of Killing
Yönetmen: Joshua Oppenheimer
Tarih: 2012

The Act of Killing; zamanında Endonezya'da yapılan komünist katliamına değiniyor. Kamerasını alan Joshua Oppenheimer Endonezya'ya gidiyor ve orada bu katliamları yapan kişiler ile görüşüyor. Belgesel büyük ihtimal tüylerinizi ürpertecektir çünkü katliamları yapan kişiler gram pişmanlık duymuyor ve yaptıklarını da ballandıra ballandıra, hatta canlandırarak anlatıyorlar. Oscar'da aday olmasına rağmen ödül alamayan fakat Bafta'da en iyi belgesel seçilen bu başyapıt, ölüm ve öldürmek hakkındaki bütün fikirleriniz baştan aşağı değiştirebilir. Keza katillerin öldürme üzerine çektikleri filmler ile bir taraftan sempatik görünürken bir taraftan ne kadar vurdumduymaz olduklarını göreceksiniz.



7. Inside Job
Yönetmen: Charles Ferguson
Tarih: 2010

Belgesellerden birini izleyeyim derseniz ilk seçiminiz 2011'de En İyi Belgesel Oscar'ını almış olan Inside Job olmalıdır. Hani bizi sözde teğet geçen 2009 ekonomik krizinin nasıl çıktığını, 2009'a kadar ki sürecin nasıl ilerlediğini bizzat belgeler ve kişiler ile anlatan bu belgeselde seslendirmeyi Matt Damon yapıyor. İzlediğinizde benim gibi büyük ihtimal sizlerde küfür edeceksiniz çünkü birilerinin sefası yüzünden -maalesef- bütün dünya krize sürükleniyor. Koskoca ülkeyi ve onla beraber bütün dünyayı krize sürükleyenleri görmek, nasıl yaptıklarını öğrenmek istiyorsanız, buyrun ekran başına. Görecekleriniz sizi çok şaşırtacak.



8. The Square a.k.a. Al Midan
Yönetmen: Jehane Noujaim 
Tarih: 2013

Eminim ki izlediğinizde belgesel ile muhteşem bir empati kuracaksınız  çünkü burada yaşananları biz de yaşadık. Mısır direnişini anlatan belgesel, bizzat direnişin içinden görüntüleri ve kişileri içeriyor. Direnişin nasıl başladığını, nasıl kandırıldıklarını, nasıl devlet tarafından öldürüldüklerini ve El-Sisi'nin darbesine kadar olan sürece tanıklık ediyorsunuz. Belgesel Oscar'a aday olmasına rağmen ödül alamadı ama Emmy'den ve Berlin'den ödül alarak ayrılmayı başardı. Gezi direnişinde yer alanlarınız varsa, izlerken duygulanmanız muhtemeldir.


9. Bowling for Columbine
Yönetmen: Michael Moore
Tarih: 2002

Michael Moore; Amerika'nın en önemli belgesel sinemacılarından biridir. Sorun olduğunu düşündüğü her şeye burnunu sokar, gerçekleri bütün çıplaklığı ve belgeleri ile ortaya koyar. 2002 yılında yaptığı bu belgesel Amerika'daki bireysel silahlanmanın korkunç yüzünü ortaya koyuyor... 2003'de En İyi Belgesel Ödülü'nü alan bu başyapıt; Amerika'da bireysel silahlanmanın oranlarını ve bu oranlara paralel ölüm istatistikleri üzerine düşerken aynı zamanda neden Kanada'da silahlı ölüm azken Amerika'da çok sorusu üzerine odaklanıyor. Keza Moore'un belgesel sırasında gerçekleştirdiği bazı başarılar da takdire şayan. Bireysel silahlanmanın çok olduğu ve bilinçsiz kullanıldığı ülkemizde böyle bir belgesel ilginizi çekebilir.

--- spoiler ---

belgeselden komik bir bölüm:
satıcı: evin aşağısına da bir güvenlik odası yaptık. kapı oldukça sağlam. böylece saldırgana engel çıkarmış olduk.
moore: baltayla kırılabilir mi?
satıcı: evet, balta ile kırılabilir.

--- spoiler ---



10. Fahrenheit 9/11
Yönetmen: Michael Moore
Tarih: 2004

Michael Moore'un bir diğer belgeseli, 11 eylül olaylarını ve 11 eylül olaylarının baş kahramanlarını anlatan başyapıtı. Ülkemizde herhangi bir kişi böyle bir çalışma yapsa büyük ihtimal ya öldürülürdü ya da kendini hapishanede bulurdu. Bizzat belgeleri ile olayların nasıl geliştiğini, Amerika'nın olayların ne kadar içinde olduğunu anlatıyor Moore. Zeitgeist öncesi yapılmış en çarpıcı 11 eylül belgeselidir.



11. Sicko
Yönetmen: Michael Moore
Tarih: 2007

Michael Moore'un ses getiren en önemli belgesellerinden biri. Bu sefer de sağlık sistemi ve gene silahlanma üzerine giden Moore, bu konularla ilgili sorunları öyle bir ortaya koyuyor ki izlediğinizde birazcık canınız sıkılacaktır, eminim. Belgesel Oscar adayı oldu ama maalesef ödülü alamadı.



12. I Am
Yönetmen: Tom Shadyac
Tarih: 2010

Komedi yönetmeni Tom Shadyac, geçirdiği bir kaza sonrası hayatın anlamını aramaya başlar ve bu muhteşem belgeseli ortaya çıkarır. Shadyac, kalbin işlevi, evrimin ne kadar yanlış anlaşıldığı, enerji ve sevginin gücü üzerine muhteşem bir belgesel hazırlamış. Belgesel tek ödülünü de İnsanlık Ödülü adlı altında bir festivalden alır.



13. Super Size Me
Yönetmen: Morgan Spurlock
Tarih: 2004

Aranızda fast food düşkünü varsa ilgisini çekebilecek muhteşem başarılı ama bir o kadar da tehlikeli belgesel. Morgan Spurlock, Amerika'daki obezite üzerine odaklanıyor ve fast food gerçekten de zararlı mı sorusuna ilginç bir deney ile cevap vermeye çalışıyor: Nasıl mı? Tam bir ay boyunca Mc Donalds yiyerek ve Mc Donalds menüsünde yer almayan her şeyden uzak durarak. 1 boyunca hergün günde 3 öğün Mc Donalds yenirse ne olacağını doktor ekibi ile bize kanıtlamaya çalışıyor. Sonuçtan çok süreç ve obezite hakkında araştırmalar epey ilginizi çekebilir. Belgesel Oscar'da aday oldu ama ödüle ulaşamadı.



14. History of the World in 2 Hours
Yönetmen: Douglas Cohen
Tarih: 2011

Dünya tarihini araştırmak isteyenler ama vakti olmayanlar için birebir belgesel. Bütün dünya tarihini -evrim dahil- 2 saatte anlatabileceklerini iddia ediyorlar ve bunu gerçekten de başarıyorlar.. 2 saatte her şeyi öğrenmek istiyorum diyenler, buyrun ekrana.



15. No Land's Song
Yönetmen: Ayat Najafi
Tarih: 2014

Şarkı söylemek kime zarar verebilir ki? 1970 İran Devrimi'nden sonra kadınların ulu orta şarkı söylemeleri yasaklanır. Sara Najafi ise bu kuralı delmek ister ve delme sürecini belgesel yapar. Tabii belgeselin tamamanması yıllar sürer. Karakterimiz, daha sonra İran'dan ve Fransa'dan gelen şarkıcılar ile İran'da bir konser vermek ister fakat devlet buna bir türlü izin vermez. Kadın, mahrem, din ve şarkı üzerine enteresan bilgilerin yer aldığı muhteşem bir mücadeleye tanık olmak istiyorsanız, buyrun ekrana.



16. Benim Çocuğum
Yönetmen: Can Candan
Tarih: 2013

LGBTİ hakkında fikirleriniz nedir bilmiyorum ama fikirlerinizin biraz da olsa değişmesini istiyorsanız "Benim Çocuğum" tam size göre bir belgesel. Bizzat ailelerin ağzından çocuklarının küçüklüklerini, değişimlerini, bunu nasıl kabul edip-edemediklerini ve desteklediklerini izleyip görebilirsiniz. İçindeki aileleri dinledikten sonra fikirlerinizde değişiklik olması muhtemeldir; benimki izledikten sonra değişti çünkü. Belgesel maalesef hiçbir yerde yok ama ben resmi sitesini aşağı link olarak koyuyorum. İsteyen ulaşabilir.




17. This Film is Not Yet Rated
Yönetmen: Kirby Dick
Tarih: 2006

Amerikan sansür sektörünün nasıl işlediğini biliyor musunuz? Filmlerin başında pg ya da pg-13 gibi simgelerin ne demek olduğunu hiç merak ettiniz mi? İşte bu belgeselde Amerika'da filmlerin nasıl sansür kurulundan geçtiğini ve sansür kurulunun kimlerden oluştuğunu öğreneceksiniz. Evet, bu belgeselden önce sansür kurulunda kimlerin çalıştığı bilinmiyordu çünkü isimler devlet tarafından 'baskı altında kalmamaları için' saklanıyordu.



18. The True Cost
Yönetmen: Andrew Morgan
Tarih: 2015

Özellikle tekstil sektöründeki arkadaşların ilgisini epey çekecek bir belgesel. Sektörün nasıl işlediğini ve bu çalışma alanının Bangladeş insanlarını ne kadar etkilediğini görün. Onlarca lira verdiğimiz eşyaların ne zor koşullarda yapıldığını, yapanların ne kadar az kazandığını ve haklarını nasıl da sömürüldüğünü izleyin. Tekstil sektörünün esasında da hiç güzel bir sektör olmadığına şahit olun.



19. Earthlings
Yönetmen: Shaun Monson 
Tarih: 2005

Yemek yerken izlememeniz gereken bir belgesel. Hatta hayvanların kılına zarar gelmesine dayanamayan, midesi sağlam olmayan bütün herkesin uzak durması gereken bir belgesel. Çünkü bu yapım: Hayvanların nasıl hor görüldüğü, mezbahalarda onlara nasıl davranıldığı ve sokak hayvanlarına karşı geliştirilen politikalar üzerine çok ama çok çarpıcı görüntüler içeriyor. Midesi sağlam ben bile birçok sahnede ileriye sarmak zorunda kaldım. Gerçekten de hayvanların cehenneminin biz olduğunu kanıtlayan bu muhteşem belgeselin seslendirmesini Joaquin Phoenix yapıyor.



20. Life in a Day
Yönetmen: Herkes Kendi Videosunun Yönetmeni
Tarih: 2011

Youtube'un ve Nat Geo'nun ortak hazırladığı, 24 temmuz 2010 günü bütün dünyadan toparlanan videoların birleştirilmesi ile yapılmış ve aynı zamanda ben bunları yazarken dünyada binlerce şeyin gerçekleştiğini kanıtlayan muhteşem ötesi bir belgesel. Dünyada yalnız olmadığımızı ve kimsenin aynı olmadığını, suratımıza harika bir şekilde vurmasını sizde istiyorsanız Life in a Day tam size göre. 24 temmuz 2010 günü bütün dünyaya misafir olmak istiyorsanız, buyrun ekran başına.



21. The Salt of the Earth
Yönetmen: Juliano Riberio Salgado, Wim Wenders
Tarih: 2014

İzlerken kısmen sıkılabileceğiniz ama içinde yer alan fotoğrafların ve şahit olunan olaylar ilginizi çekebilir. Ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado'nun fotoğraflarından ve hayatından yola çıkılarak yapılan belgeselde gerçekten de çarpıcı görüntüler var. Salgado; soykırımlara, açlıktan ölen kabilelere ve fakirlik içinde yüzen toplumlara tek tek uğrayıp onlarla beraber yaşamış, onları fotoğraflamış. Belgesel, Oscar adayı oldu ama ödül alamadı.



22. Downloaded
Yönetmen: Alex Winter
Tarih: 2013

Download patlamasının nasıl başladığını, nasıl geliştiğini anlatan ve Napster'ın sahiplerinin bizzat görüşlerinin yer aldığı ilginç bir belgesel. Özellikle 90'lar neslinin epey ilgisini çekebilir. Çünkü benim de içinde olduğum bu nesil ile birlikte bu download dünyasının ortasında büyüdük. Limewire'ları, Bearshare'ları hepimiz kullandık. Bu devrimin nasıl geliştiğini ayrıntıları ile anlatıyorlar.




İnsanın bir filmden alacağı zevk, beklentisiyle ters orantılı. Daha sonra izlediğinizde zevk alabileceğiniz, belki başyapıt diyebilecekleriniz yanlış zamanda, yanlış yerde hatta bazen yanlış kişilerle izlendiğinde aynı etkiyi yapamayabiliyor.
Başlamadan önce Do The Right Thing'den ne beklediğinizi bilmiyorsanız eğer -benim gibi- filmde olaylar ilerleyene kadar kapatmayı düşünebilirsiniz. Hatta roman gibi günlere bölmeniz de olası. Filmlerdeki klasik olay örgüsü biraz geç başlıyor Do The Right Thing'de. 
Spike Lee, elimizden tutup Korelisinden Porto Rikolusuna, siyahisinden beyazına kadar kimsenin kardeşçe yaşayamadığı ama tahammül etmeye çalıştığı mahallesine bırakıyor. Uzun bir süre boyunca insanları tanımaya, mahalleyi öğrenmeye çalışıyoruz.İtalyan kökenli pizzacılar, çalıştığı pizza dükkanındaki hall of fame duvarına kendilerinden de asılmasını isteyen siyahi arkadaşları ve beyaz patronu arasında kalmış kurye Mookie, mahallenin ayyaşı The Mayor, Mother Sister, Radio Raheem...
Spike Lee olayları başlatmadan önce karakterleri ve çevreyi tanıtmak için o kadar emek harcamışsa emeğe saygı boynumuzun borcu.Başrolümüz ve kendisinin hayat verdiği Mookie karakteri tam bir orta yolcu.İşini, sevgilisini, çocuğunu, arkadaşlarını idare eden bir adam.Kimseyle gerektiğinden fazla yüz göz olmayan, konu geldiğinde patronunun ırkçı oğluna da patronuna da posta koyabilen birisi.Hikayedeki tek soğukkanlı adam diyebiliriz.





Filmimizin sonundaki o esas olayın ana karakterlerinden pizzacı Sal, oğulları Vito ve Pino. Vito daha saf ve abisi tarafından kullanılmaya hazırken Pino da tam tersi olarak etrafındaki insanları kontrol etmek isteyen, ırkçı, kardeşine gösterdiği şiddet zaman zaman psikolojik olmaktan çıkıp fiziksel şiddete dönen ama kendi içinde haklı olan bir insan. Baba ve aynı zamanda patron olan Sal, yıllarını manipülatif oğluyla geçirmiş, büyük bir sorun yaşamamış ve çevresindeki insanlarla mutlu bir ilişkisi olan adam. Küçükken pizza verdiği çocukların büyümesi bile onu mutlu edebiliyor.




Son olarak mahallenin gençleri. Diğer filmlerden gördüğümüz kadarıyla sıradan getto çocukları denebilecek kişiler. Okumuyorlar, çalışmıyorlar, yaptıkları aylak aylak dolanıp birbirlerine malzeme çıkarmak, etraftaki insanları rahatsız etmek. Bazen gariban, yaşlı The Mayor'a sarıyorlar, bazen mahallenin sayılı beyazlarından olan sporcu adama. Bütün bu küçük sürtüşmeler her ne kadar büyük bir sonuca ulaşamasa da gençlerin ne kadar kolay galeyana gelebildiğini gösteriyor filmimiz. İnsanlardaki gerilim ve birbirlerine karşı tahammülsüzlükleri yavaş yavaş artıyor ve bir anda sinirler boşalıyor. Bu gençlerin arasındaki iki kişiyi de özellikle belirtmekte fayda var; Buggin Out ve Radio Raheem. Buggin'in bütün işi problem yaratmak. Sal'ın dükkanında hiç siyahi portresi olmamasını sorun edip olay çıkartabilecek, en ufak olayı büyütmek için fırsat kollayan biri. Kendinden zıt karakterli Mookie'nin en yakın arkadaşı. Ve Radio Raheem. Kişiliği her ne kadar sessiz olsa da hiçbir zaman susturmadığı radyosu yüzünden kendi sonunu hazırlayan bir başka dik kafalı mahalle çocuğu.




Nihai olayın başlangıcı Buggin'in Radio Raheem'i kafalamasıyla başlıyor. Pizza almaya radyosuyla gidip olay çıkartan Raheem, Buggin tarafından kolayca kafalanıyor. Mahallenin zihinsel engellisini de alıp gidiyorlar Sal'ın dükkanını basmaya. Raheem radyosuyla, Buggin çenesiyle gariban Sal'i kendi yerinde tefe koyuyorlar. Az önce Sal'in pizzaları için ölen mahallenin delikanlıları şiddetin dozunu arttırmaya karar veriyor. Raheem radyonun sesini daha da yükseltince Sal kontrolden çıkıp beyzbol sopasıyla Raheem'in her şeyi olan radyoyu parçalıyor. Bir anlık şaşkınlıktan sonra gözü dönen Raheem, Sal'in gırtlağına yapışıyor. Sonrası polisler, Raheem'in yakalanması ve bütün mahallenin gözünün önünde boğularak öldürülmesi. Raheem'in biraz önce öldürmek için Sal'in yakasına yapışması mahallenini gözünde Raheem'in haklılığından değer kaybettirmiyor. Mahalle sakinleri sinirlerini doğrultacak birini ararken aşırı sakin adamımız Mookie tek bir laf ederek onlara önderlik ediyor. NEFRET. Mahallelinin nefretini Sal'e ve oğullarına yansıtmasındansa bir çöp kutusuyla pizza dükkanının camını kırıyor ve sinirlerini boşaltmaları için onlara bir yol gösteriyor. Yoksa biri bin yapan, Raheem'in polis tarafından öldürüldüğüne tanık olan mahalle sakinlerinin Sal'i öldürmesi işten bile değil. Sal'in dükkanını yakıp yıkan halkın içindeki nefret dolu enerji azalıyor ve mahallenin Asyalı bakkalını rahat bırakıyorlar. Spike Lee, insanların hızla galeyana gelip saman alevi gibi söndüğünü göstermek istemiş olmalı.



Bir gün sonra Mookie, kalan parasını almak için Sal'in yanına gidiyor. Sal'in şikayeti her ne kadar kaybettiği emeği, yılları olsa da Mookie işin daha pragmatist tarafında. Tamam sen dükkanını kaybettin ama sigortan var ve benim sayemde hayattasın, şimdi paramı ver diyor kendince. Sal haklı olarak olaya duygusal yaklaşıp Mookie'ye parasını küçük düşüren yollardan vermeye çalışsa da Mookie sorun etmeyip yoluna devam ediyor.
Do The Right Thing, politik sayılabilecek bir konuya değilse de siyasi bir film de değil. Olaylara bütün ülkeyi kapsayacak kadar yukarıdan bakılmıyor ama bütün ülkenin kalbinden, mahalleden anlatılıyor. Spike Lee; keskin zekasını kullanarak ayrımcılık konusunda doğru şeyi yapmış görünüyor.



1 Ekim 2015 Perşembe

Madımak: Carina'nın Günlüğü Film Analizi

         Film analizi ve eleştirime başlamadan önce sizlere bir öneride bulunmak istiyorum. Satırlarımı okurken sözleri Metin Altıok'a ait olan 'kavaklar' parçasını Sezen Aksu yorumu ile dinleyin. Parçanın içindeki duygu deryasında seyir halindeyken bestenin söz yazarının iç dünyasının zenginliğini hissetmeye çalışın.

   
             Bir film izleyeceksiniz ve yazılmış bütün senaryonun yaşanmış olduğunu bileceksiniz. Duygularınıza hakim olma şansınızın olmadığı bir filmden bahsedeceğim sizlere. Tabiki de sanatsal olarak değerlendirme ile kalmayacak; olayın tarihsel ve sosyolojik sebepleri ve yankılarından da elimden geldiğince bahsedeceğim.

             Benim sabırsızlık ile beklediğim ve mutlaka yapılmış olması gerektiğine inandığım Sivas katliamını anlatan Madımak filmini izleyenlerin gözyaşlarını görmek, filmi izlemeden önce tüylerimi diken diken etmeye yeterli bir sebep oldu.

             Eğer ülkemizin egemen unsuruna mensup iseniz yani hem Türk hem de Sünni iseniz azınlıkların bu ülkede yaşadığı tramvayla empati kurabilmeniz için bu film sizlere sunulmuş bir fırsattır. Bir diğer fırsat ise azınlıkları tanımanız açısındandır. Bu film sonunda kafanızdaki 'Alevilik' tanımını sorgulayabilir ve Aleviliği biraz daha derinlemesine araştırma yoluna gidebilirsiniz. Eğer bunu yapar iseniz 'madımak' senaryosu, görevini başarı ile icra etmiş olup; izleyicilerine de filmi izledikten sonra yargılarını değiştirme gelişimini sunmuş olur.

              Alevilik yani Ali taraftarlığı tarih boyunca statüko ve otoritenin karşısında muhalif olarak karşımıza çıkmıştır. Eleştirel ve dogmatizme kapalı bakış açısı statükonun devamına engel olabileceği kanısı ile sert baskılar altında kalmıştır. Kerbala'da İmam Hüseyin Alevi bir duruş sergilemiş ve susuz şehit düşmüştür. Dönemin gücü ve otorite sahibi Yezid statükosunun devamı için evlad-ı Resul'e acımamıştır. Osmanlı döneminde akıllara gelebilecek en etkili Alevi duruşu Banazlı Pir Sultan Abdal gerçekleştirmiştir. Pir Sultan'ın duruşunu statükosu ve iktidarı için tehlike gören merkezi otorite, kendisini ıslah yoluna gitmiştir.

              İmam Hüseyin'in, Pir Sultan'ın ve daha nicelerinin çektiklerinin bir yansımasıdır Sivas. Allah'u Ekber nidaları ile yapılmış tarihin en vahşi katliamlarından birisidir. İslam'ın ruhu ile tamamen ters bir hareket olmasına ragmen İslam ile özdeşleştirilmiş ve Müslümanlarca yapılmış bir katliam olarak günümüze kadar akıllarda yer edinmiştir.

             Kuşu ölen Zeyd'e taziyeye giden peygamberin mesajı ve merhameti anlaşılmamıştır. Bugün dahi bu filmi izleyip yada bu olayı bir şekilde duyan dinleyen birisinin gözleri yaşlanmıyor ise inancını birkez daha sorgulamalıdır. Bu birey, inancını ritüellere sıkıştırmış dinin verdiği asıl mesajı algılayamamıştır.


                 
          Hollanda'lı Carina, kadınlar üzerine araştırmalar yapmakta ve tez hazırlamaktadır. Tezi ile ilgili olarak Ankara'ya gelir ve Hollanda'dan bağlantısı olan bir Türk arkadaşının Ankara'daki ailesinin evinde kalır. Bu süre zarfında sürekli araştırmalarına yönelik gözlemlerde bulunan Carina, Alevi kültürüne merak sarar ve özellikle bu kültürün kadınları ile daha sıkı iletişime geçmeye çalışır. bu sıralarda Sivas'ta Aziz Nesin'in onur konuğu olacağı Pir Sultan Abdal gösterileri başlayacaktır ve Carina oraya gitmek ister. Daha gösteriler başlamadan bazı karanlık güçler hazırlıklarını yapar ve Aziz Nesin'i öldürmeye yönelik planlarına girişirler. Provakasyonlar ile Madımak otelinin önünde biriken halk yığınları, oteli ateşe verererek yakarlar. Vali'nin değimi ile o gün Sivas'ta devlet yoktur. Çok ciddi ihmaller ile devletin askeri yardıma gelmez ve otelde kalanları kendi kaderlerine bırakırlar.

         Satırlarımın başında yazdığım 'kavaklar' parçasının söz yazarı Metin Altıok da Sivas'ta yakılarak katledilen aydınlarımızdandır!

         Filmin her anında gözleriniz dolacak ve diyeceksiniz ki keşke gerçekten film olsa bunlar.

         ''Kalanlar ölenler için şiirler yazacak ve onları sonsuza kadar onur ile anacaktır''



                                                                                                    Erdeniz Erdem

Temsili sinema; betimlediği karakterleri, eylemleri ve dünyayı meydana getirir ya da yaratır. Temsili sinema, sinemasal sanat, net film, etkileşimli filmler, ağ filmleri, digima ya da diğer zaman tabanlı çalışmalar, tüm bu terimler sanat, film ve internet arasında yaşadığımız uzayın her an değişen devamlılığını ifade ederken melez bir ilişkiyi yansıtırlar. Temsili sinema, bir süreçler sineması ''düşünce görüntülerinin'' ve ''bir akli durum olarak sanatın'' meydana çıktığı bir alandır. Dahası, dünyayı görmenin sinemasal yolları, bilgisayar kullanıcılarının tüm kültürel verilere ulaşabilmeleri ve etkileşim kurmaları ile temel vasıta haline gelmiştir. Tarihte bu yüzyılın gidişatında, sanat şunlarla yolunda ilerlemiştir:

1. Film(1902)
2.Televizyon(1950)
3.İnternet(1990)

Bu yeniliklerden birincisi ''gerçeklik etkisini'', ikincisi ''yaşam eylemini'' ve üçüncüsü de ''etkileşimi'' icat etmiştir. Görüntüler konuşmayı ve yürümeyi öğrendiğine göre, temsili telekomünikasyona hazır demektir.

Amaç:
*Aktif sinema ve ''temsili'' bir iletişim aracı olarak audiovizüel kültür keşifleriyle alakadar olmak.
*Yukarıdakileri bildirebilen teorik bakış açılarını keşfetmek,
*Şartlarına, film ve görsel kültür çalışmalarının bağlamlarına Temsiliyet'i yerleştirmek.

Görev:
1.Aktif bir temsili sinema geliştirme
2.Sinemasal form ve içerik ile deneyleme
3.Düşlerin bir psikocoğrafyasını yaratmak. Sinestetik düş deneyimlerin kurgusu. Başı ve sonu olmayan bir türeyiş...

Dikkat Edilecek Notlar:

Bilgisayar yazılımlarındaki mevcut gelişmeler ve donanımlardaki performans artışları, şimdi gerçekten temsili bir sinemaya izin vermektedir. Bugün, bu ayırt edilebilir yeni sanat formunun, bu yeni sinemasal sanatın temsili teorisine paralel olarak hızla geliştiğini görüyoruz. Net üzerinde hızla büyüyen yayımcılık gerçeklere dayanan programcılığa yeni bir seyirci kitlesi kazandırırken, gerçekliğin sanal olana karşı ve izleyici/oyuncu izleğine karşı olan melez durumu, hakkındaki tartışmaları yeniden alevlendirmiştir. Ağın içinde nasıl görüyoruz? Ekranın arkasındaki sanal uzayın fenomenolojisi. Ağ bizleri görünmez olana karşı duyarlı hale getiriyor. Sinirsel bir topografya öneriyor. Siborgun görüşü ağın aslında ta kendisi.


Bir ekşi yazarının Banksy için dediği bir şey vardı:
''Bırakılsa sabaha kadar yazabilecek olmam, başkalarının bilmediklerini bilmemden değil, kendisine olan sevgim ve saygımdandır.''
 Banksy'nin yönetmenlik koltuğuna oturduğu bu filmde; Thierry Guetta isimli eski kıyafetlerin satıldığı bir mağaza sahibi olan ve her anını kameraya kaydeden bir adam konu ediliyor. Annesinin hastalığını küçükken çevresindekilerin ondan saklamasından ötürü hayatındaki detayları kaçırmamak adına içinde kameraya karşı bir tutku başlamış. Herşeyi kayda almasının sebebi olarak bunu düşünüyor ki bu da mantıklı bir sebep.

Kuzeni Invader lakaplı sokaklarda piksel yapıştırmaları ile ünlenen bir sanatçı. Sanat eserlerinin müzelerde para karşılığında gösterilmesine tepki vermek için buna bulaştığını söylüyor. Space Invader isimli atari oyunu ise esinlendiği ilk şey. Genelde çizgi filmlerden ve oyunlardan esinlenerek yaptığı çalışmaları; başta Paris'i olmak üzere dünyanın çoğu sokaklarını süslemektedir. Hepsi çocukluğumuzdan hatırlayabileceğimiz, tebessüm etmemize sebep olabilecek çalışmalar.





Havuç olması gerekmiyor muydu? Neyse.




Invader ile sokaklara çıkmaya başlayan Thierry,  duvarlara bunları yapıştırırken ve çizerken bunun videosunu çekiyor. İşte bütün hikaye burada başlıyor. Ne polisten kaçmadıkları ne de yakalanmadıkları kalmıyor. Bu da onda tıpkı kamera gibi bir tutkunun daha başlamasına vesile olmuşken aynı zamanda Shepard Fairey ile de tanışmasını sağlıyor. 


Shepard Fairey, Barack Obama'yı henüz senatör ve hiç kimse tanımazken uluslararası bir yüz haline getirmişti. Ünlenmesine sebep olan tasarımlarından biri de budur. Günümüzde birçok eşyanın üzerinde görebileceğimiz ''obey'' yani türkçe anlamıyla ''itaat et'' kelimesinin gündeme gelmesine neden olan kişi Shepard'tır. 

İnsan gerçekten hayret ediyor. 


İmzası haline gelen bu ''Obey'' ismini, kullandığı ilk eserinde Fransız güreşçi Dev Andre'den esinlenmiştir. Çalışmalarında genelde kapitalizm, savaş karşıtı cümlelere ve siyasi liderlerin, müzisyenlerin, değerli sanatçıların resimlerine yer veriyor. Hatta Atatürk adına bile yaptığı bir çalışması vardır.







       

Shepard ile adrenalini daha çok hissetmeye başlayan Thierry, günden güne birçok graffitici ile tanışır. Onları işlerinin başındayken çekmek ve o anı yaşamak nefes almasına neden olan tek şey gibi gelir. Bunlardan bir an bile kopamaz. Bir sanat belgeseli çekmeye karar verir fakat asıl onu bekleyen şeyden bihaberdir. Hayatını değiştirecek olan kişiden; Banksy'den. 

Bir anda Banksy'nin eserleri dünyanın her bir duvarında, yaptığı şeylerse tüm haberlerde çıkmaya başlar. Bu eserlerin sahibinin ne yüzünü ne de adresini kimse bilmemektedir. Bu sebeple daha da ilgi çeker. Eserleri genellikle kapitalizm ve savaş karşıtı düşüncelerin anlatıldığı türlerdendir. Tükettiğimiz ürünler ise en sevdiği darbeleri olsa gerek. Modern Sanat, Andy Warhol'dan sonra ilk kez ciddi anlamda böylesine ilgi çekmeye başlar. Banksy'nin Modern Sanat'tan önce Sokak Sanatı adına birçok insana öncü olduğunu düşünüyorum. Tabii ki ondan önce de birçok sokak sanatçısı vardı fakat onun yaptığı eserler diğerlerine: ''Hadi artık cesaretlenme zamanı!'' demek gibidir. Yaptığı şeyi ''Vandalizm'' olarak adlandıran kişiler de var. Bunun Banksy'i üzeceğini pek sanmıyorum.

Thierry'nin Banksy'i duyma anı ise bir haberde önemli bir sanat müzesindeki eserleri değiştirip yerine kendi eserlerini koyan kişinin gündeme gelmesiyle olur. Thierry, bu yapılan şeyin oldukça çılgın ve bir o kadar da mantıklı olduğunu düşünür. Onun bu tutkusunu doyurabilecek tek kişi vardır ki o da bu kişidir. 


Zamanla Banksy adı tüm kulaklarda çınlar hale gelir. Hatta onun eserlerinin yapıldığı duvarlar sanat galerilerinde halka sunulur ya da açık arttırmayla satılır. Batı Şeria Duvarı'nda yaptığı eserle tüm haberlere çıkar. İsrail ile burun buruna gelen Banksy, savaş olduğu kadar umut da vardır der adeta. 

                                                   

Alışılmışın dışında bir tasarım olarak yaptığı telefon kutusunu sokağın ortasına bırakır ve bu kutu açık arttırma ile yüksek bir rakam karşılığında satılır.  


Bunları sadece televizyondan izleyebilen Thierry, artık Banksy ile tanışmanın vakti geldiğini düşünür. Onunla röportaj yapabilmek için yanıp tutuşmaktadır. Bunu Shepard ile paylaşır fakat Shepard ona ulaşmanın çok zor olduğunu söyler. İçinde onunla tanışabileceğine dair bir his oluşur. 

Bir gün bir telefon gelir. Arayan kişi yanında Banksy'nin olduğunu ve Los Angeles'ta Banksy'e yardım edecek birini aradığını söyler. Thierry bunu duyar duymaz yapbozunun son parçasını bulmuş gibi sevinir ve hızlıca yanlarına gider. Banksy'nin her adımında yanında olur. Sokaklarda her anında yardım eder. Çatıya tırmanması gerekse dahi tırmanır. Çünkü bu onu özgür hissettiren iki tutkusundan biridir. Bir süre sonra Banksy onu Londra'ya davet eder. İşlerini birinin çekmesinden hoşlanmaya başlamıştır. Birine güvenmek istediğinin farkına varır. Thierry, eve kısa süreli döndüğü vakitlerde kendisinin kamera ile birlikte çekilmiş bir fotoğrafının zeminini saydamlaştırıp bunu çoğaltarak Paris duvarlarına geçirmeye başlar. 

Neredeyse en tehlikeli işlerinden biri Disneyland'a şişme bebek bırakmasıdır. Şişme bebeğin neresi kulağa tehlike geliyor diye düşünebilirsiniz. Banksy, Londra'daki sergisinin hazırlığını yaptığı sıralarda Guantanamo'da terörist olma şüphesiyle hapishanede yatan tutuklular vardı. Bu mahkumların giydiği turuncu bir kıyafeti vardı. Şişme bebeğe de aynı kıyafeti giydirir. Ardından onu Disneyland'ın en işlek fotoğraf çekilen yerlerinden birine koyar. Bunu çektiğini görünce polisler Thierry'i sorguya alırlar ancak o zor da olsa polislerden bir şekilde kurtulur. 


Thierry'nin artık çektiği videoları kurgulayıp belgesel haline getirme zamanı gelmiştir. Uzun süre bununla uğraşır. Hayatın Uzaktan Kumandası adlı filmini Banksy'e götürür:
''Londra'ya gelmek istediğini çünkü filmin bitmek üzere olduğunu söyledi. Yanıma geldi ve DVD'yi uzattı. İşte bu kadar. Film neredeyse bitti. O noktada, Thierry'nin aslında bir sinemacı olmadığını anlamıştım. Sadece elinde kamerası olan akli dengesi yerinde olmayan biriydi. Film bir türlü bitmek bilmiyordu. Bir buçuk saatlik kabus gibi izlenemeyen bir fragmandan ibaretti. Aslında elinde uzaktan kumandasıyla duran  dikkat bozukluğuna sahip birinin kablolu televizyondaki 900 kanalda sürekli zap yapmasından ibaretti. Ona hayatımda böyle bir şey görmediğimi söyledim. Yalanım da yoktu. Birisi sana eserini gösterir ama aslında o eser bomboktur. İşte bu gibi korkunç bir durumla karşı karşıyaydım. Nereden başlasam bilemedim.''
Bunun sonucunda Thierry'nin çektiği videoların ziyan olmaması gerektiğinin farkına varır.  Çünkü bu görüntüler Sokak Sanatı adına çok önemli şeyler taşımaktadır. Thierry ile bir antlaşma yapar. Ona posterler verir. Evine dönüp biraz sanat eseri yapmasını söyler. Hatta küçük bir sergi bile açabileceği konusunda ümitlendirir. Thierry büyük bir heyecanla bu işe sarılır. Çoğu kez Andy Warhol, Banksy, Shepard Fairey'den esinlendiğini büyük bir ölçüde belli eden bir ton çalışma çıkarır. Büyük bir ekip kurar. Fakat bir şeylerin eksik olduğunu düşünür; reklam gibi şeylerin. Shepard ve Banksy'den kendisiyle alakalı bir yazı yayınlamalarını ister. Bunun sonucunda Thierry'nin çalışmaları büyük bir patlama yaşar. Daha sergisi açılmadan bile insanların ağzından adını duymaya başlar. 



Kendisine bir takma isim de bulur: Mr.Brainwash!(Bay Beyin Yıkama) Shepard bu olaya pek ılımlı bakmaz. Ki burada haklı olduğunu düşündüğüm noktalar da var. Banksy, Thierry'e bunu yapmasını söylemese Thierry bu işe kalkışır mıydı, emin değilim. Ekibinin çoğu da ondan nefret etmiş durumdadır. Belgesel boyunca onun hakkında kötü yorumlarda bulunuyorlar. Benim için Mr. Brainwash'in yaptığı şey tam olarak da Banksy'nin tanımladığı gibi.
"Thierry'nin sokak sanatına olan takıntısının onu bir sanatçıya dönüştürme fenomeni ve birçok enayinin bunu yutması kısa bir sürede pahalı fiyatlara birçok eser satması antropolojik olarak, sosyolojik olarak büyüleyici bir şey.''








Sergi sonrası büyük dikkat çeken Mr.Brainwash, kendi çapında bir üne kavuşur. 2009 yılında Madonna'nın Celebration adlı albümünün kapağını bile tasarlar. O erdi muradına, biz çıkalım kerevetine. 



Gelelim bu belgeselin en önemli detaylarından birine. Böyle adlandırmak yanlış olur fakat bu detaylar filmi gizemli bir hale getiriyor. Kimilerine göre bu gerçek bir hikayenin belgeseli yani mockumentary, kimilerine göre ise tamamen kurgulanmış bir film. Thierry'nin öylesine büyük bir sergi yapmadığını söyleyen insanlar da var. Buna karşılık Thierry'e ait olduğu söylenilen görüntülerin canlılığı ve gerçekliği bunu gölgede bırakabiliyor. Shepard ise röportaj verdiği bir dergide belgeselin gerçek olduğunu ifade ediyor. Eğer denildiği gibi her şeyin kurgudan ibaret olduğunu düşünürsek Banksy bu film ile bir yerde yine eleştirisini yapmak istemiş olabilir ki bu da kulağa mantıklı geliyor. Tıpkı ''Obey''in anarşizm ile alakalı bir simgeyken sonradan giyim markalarına düşmesi gibi. Av biz miyiz yoksa Banksy mi, kararsızım. Bu çelişkinin uzun bir süre tartışma konusu olarak kalacağı kesin. 

Uzun lafın kısası, Graffiti ile alakanız bile yoksa izleyebileceğiniz bir film. Filmde çoğu ismi duyuyorsunuz ve film bittikten sonra isimlere biraz göz gezdirmeniz graffiti konusunda bilgi edinebilmeniz için yeterli olabiliyor.