13 Aralık 2013 Cuma

The Hobbit: The Desolation of Smaug

Eğer izlemediyseniz, yazımdan uzak durun çünkü birazdan spoiler'ın anasını ağlatacağım. Merakla beklediğim filmleri ilk gün izleme takıntımdan dolayı, Marmara Park IMAX sinemasındaki yerimi hemen aldım ve bu muhteşem filmi izleyen şahitlerden biri oldum. Yazımda tabii ki şahsi görüşlerimi belirteceğim ama genel olarak yazma nedenim, ekşi sinemanın bu film hakkında yazdığı o, bana göre iğrenç yazıya cevap olacak. Ekşi sinema, filmi resmen itin götüne sokmuş ve ben bunu kabul etmiyorum, çünkü bu film kesinlikle "ağır" eleştiriler yapılabilecek bir film değil.



 Tıpkı Diablo 3'ü beklediğimiz gibi bekledik LOTR serisi geri dönsün diye. Hatta çekilmeyeceğini bilerek, belki çekerler ya diye diye bekledik yıllarca. Sonra PJ bize bir kıyak yaptı, belki cebini düşünüyordu ama olsun, ne kadar Cinemaxium'a uyuz olsam da gittim paşalar gibi 20 tl'mi verdim, izledim filmi, hakkımı helal ediyorum. İlk film geldiğinde Taksim'deydim ben, önümde Hobbit kılığına girmiş insanlar vardı. Düşünün o kadar beklemişiz. Bizler filmlere bağlanmayı, onlara alışmayı seviyoruz, bu da zaten filmin kalite ve başarısı ile paralel oluyor.  LOTR serisi muazzamdı. Gelen filmin beklentiyi kesinlikle karşılaması gerekiyordu. Bana sorarsanız, beklentimi 2. film karşıladı. İlk film tam bir "bedtime storys" temasında bir filmdi, heyecandan çok eğlenceli, keyif vericiydi. Kötü mü? Haşa! Yeni dostlar ile karşılaştık, eski dostlar ile tekrar buluştuk ve esasında LOTR'dan dedikodularına denk geldiğimiz ama ne olduğunu hiç bilmediğimiz o serüvenlerden birine hep beraber yola çıktık.

 İlk filmi fazlasıyla beğenmiştim. Bana yeni bir yola çıktığımızı, bittiğinde bir sonraki seneyi sabırsızlıkla bekletebilecek bir serüvenin içinde olduğumuzu gösterebilmişlerdi. Özellikle Necromancer'ın kim ya da ne olduğunu 1 sene boyunca bekledim, tüm o kitabı okuyanlardan uzak durdum. İlk film bitti, dediler tam 1 sene sonra gene bugün burada olacağız diye. Olduk da. Hikayeye kaldığımız yerden devam ettik. İlk filmin aksine 2. film fazlasıyla heyecanlı sahneler içeren, la ne olacak ki şimdi dedirten anlarla doluydu. İlk filmdeki o tatlı havadan çıkıp birazcık vahşileştik, gerilime geçtik. İlk filmde birçok sahnede kahkahalar atmıştık, dediğim gibi eğlenceli bir filmdi, the desolation of smaug ise daha ciddi bir film olmuş.



 Gel gelelim filme. PJ en iyi yaptığı şeyi gene yapmış. Manzara, görsellik tekrar tavan yaptı salonda. Erebor sahnelerini ağzım açık izledim. 3D? Gene yoktu. Olmadığını bilerek gittiğimden hayal kırıklığına uğramadım. Film çekmeye çalışan biri olarak, PJ'i gerçekten çok kıskandım. Harika ötesi çekimler. Belirlediği açılar, yakaladığı anlar, İNANILMAZ! Kim ne derse desin, PJ bunu mükemmel yapıyor. Görüntüleri tartışmayı bırakırsak gelelim senaryoya ve karakterlere. En büyük hayal kırıklığım Legolas oldu. Şu espriye resmen konu mankeni olmuş; Legolas çok bozdu çok. İlk gördüğümde aklımdan geçen buydu; senin suratına bir şey olmuş. Kilo mu almış yoksa LOTR serisindeki çekim tekniğinin farklı olmasından bilemedim ama Legolas'ın o karizması salonda bizimle değildi. Senaryo? Akıcı bir filmdi. Sıkmıyor, film sürekli ilerliyor. İlk filme göre daha az durağan sahne var. Olanlarda ileri ki sahnelerin temelini kazıyor. Uzun olması, 3D ve hareketli sahnelerin çokluğu benim gibi gözü bozuk olan bir adamı çok yordu o ayrı konu. Nehir sahnelerine takip etmekte zorlandığımı itiraf ediyorum. Lost dizisinden hatırladığımız Kate'i tekrar görünce suratımda bir tebessüm belirdi. Onu da özlemişim. Kendisinin bana göre filmdeki yeri kesinlikle klişeden uzak olmuş. Legolas ile aşk yaşayacağını, yeni bir Aragorn-Arwen ilişkisi beklerken ters köşe oluyoruz. Kitapta da böyle mi bilmiyorum ama klişeden uzak olması iyi olmuş.



 Her şey tamam, oyuncular her zamanki gibi harika. Sahneler eşit paylaştırılmış gibi. Erebor'a kadar cücelerimiz gene bir sürü beladan kurtuluyor, başlarına gelmeyen kalmıyor, bunlar harika savaş sahneleri ile süsleniyor, senaryodan kesinlikle kopulmuyor ve en sonunda 2 filmdir beklediğimiz o ana geliyoruz; Bilbo'nun Erebor'a girişi ve taşı bulmaya çalışması. Yalanım yok, gerilmediysem namertim. Kovalamaca sahneleri, cücelerin ejderhayı devirme sahneleri fevkaledenin fevkiydi. IMAX olduğundan mıdır bilmiyorum, Smaug'un her alevinde salonda depremler oldu, tir tir titredik. Biz de onlarla o heyecanı yaşadık. Yanımda ve arkamda benle beraber zıplayanlar oldu. Bir an bizi Ejderhayı öldürdüklerine inandırıyorlar ama nafile, sizi what have we done ile seneye kadar uğurluyorlar.



 Bana göre, birinci filmden çok çok daha iyi bir film. Çünkü cücelerimiz bir belaya odaklanırken öbür taraftan başka bir bela doğuyor ve LOTR'ın temellerini oluşturuyor. Gandalf'ı, Balrog'dan beri bu kadar aktif ve büyü kullanırken de görmemiştik, iyi geldi. 1 senedir beklediğime fazlasıyla değen bir film oldu. Görselliği ve çekimleri muhteşem. Senaryo dopdolu, oyunculuk her zamanki gibi mükemmel. Erebor sahnelerine özel bir iltifat kelimesi bulmak gerek bence. Peki ben bunu LOTR'ı çok çok sevdiğimden dolayı mı yazıyorum, hiç eleştirmiyorum? Hayır. Bence 1. Hobbit'e nazaran kat ve kat daha iyi bir film olduğu için bu kadar övüyorum, çünkü gerçekten hakkını vermişler. İzlerken büyülendim, yalanım yok, kimi yerlerde PJ'i kıskandım. Ekşi sinema eleştire dursun, PJ her şeyi ile gene bir şaheser oluşturmuş.




 Son olarak yazmadan edemeyeceğim, Legolas'ın Gloin'in oğlu Gimli için bu ne çirkin yaratık dediği sahnede kahkaha attım, göndermenin bu kadarı olur. Bir de LOTR serisinde de çok yapılan bir şeydi ama bu filmde daha fazla yapılmış olan vurgulamalara dipnot düşücem. Yakın plan çekimlerinde karakterlerin olaya gizem ve gerilim katması çok iyi olmuş. Doruk noktası da Smaug'un ben ateşim, ben... ölümüm! dediği yakın çekim sahnedir. Fevkalade olmuş... Özetle, paranıza kıyınız ve gidiniz efenim. He bir de Luke Evans'ı filmde görmek ayrı bir zevkti ve 3. filmde de olacağını bilmek iyi oldu.

26 Kasım 2013 Salı

Çok Bilinen Filmlerin Hiç Bilinmeyenleri

 Listelist sitesinde Yüzüklerin Efendisi'nin 18 inanılmaz gerçeği ile karşılaştıktan sonra kendi kendime dedim ki, azcık bir karıştırayım şu interneti acaba bunun gibi daha kaç enteresan gerçek var filmler hakkında. Araştırırken şahsen çok zevk aldım. Çok çok enteresan bilgiler ile karşılaştım. Size birkaç tanesinden bahsedeyim mesela;

1) Iron Man(Demir Adam) filmi için ilk önce Tom Cruise'a teklif götürüyorlar ama Tom filmin senaryosunu beğenmediği için red ediyor. Allah'a şükür.




2) Matrix filminde Neo rolünü oynaması için ilk Jhonny Depp'e teklif götürüyorlar. Düşününce bile aklım almıyor, yaşasın Keanu Reeves.

3) Alfred Hitchcock'un Psycho(Sapık) filmi, tuvaletin sifonun çekilmesini gösteren ilk Amerikan filmidir.

4) Titanic'in meşhur Rose resmini esasında yönetmen James Cameroon çizmiştir.



5) Fight Club(Dövüş Kulübü) filminde David Fincher, Norton ve Brad Pitt'in dövüş sahnesi için dublörden merdivenden 12 kere düşmesini ister. İşin komik yanı David Fincher ilk düşüşü filme koyar. Yazık olmuş.

6) Tim Burton'un Batman için esasında Bill Murray'i düşünmüş olduğunu biliyor musunuz?

7) Sean Connery; Lord of the Rings(Yüzüklerin Efendisi), Matrix ve Jurrasic Park gibi filmlerden gelen rol tekliflerini red etmiştir. Hiç.

8) Lord of the Rings'in(Yüzüklerin Efendisi) Aragorn'u Viggo Mortensen, rolü, oğlunun yalvarması üzerine kabul etmiştir. Thank you kiddo.

9) Final Destination(Son Durak 3) filminde, filmin oyuncuları, çekim için tam 26 kere hızlı trene binmiştir.

10) The Conjuring(Korku Seansı) filminde, gerçek Lorraine Warren, filmin başındaki öğrencilerle söyleşi bölümünde onu canlandıran oyuncunun karşısında oturmaktadır.

11) The Ring(Halka) filminde, Samara'nın yürüşünün garip ve korkunç olması için onu geri geri yürütüp montajda ileriye sarmışlardır.

12) Ne Michelle Rodriguez ne de Jordana Brewster, Fast And Furious(Hızlı ve Öfkeli) filmine kadar ehliyet almamıştır.

13) South Park'ın filminde tam tamına 199 kere Fuck kelimesi geçer.

14) Pirates Of Carrabean(Karayip Korsanları) filminde, Siyah İncinin kaptanı Barbosa'yı oynayan Geoffrey Rush, filmde olabildiğince kadrajın ve ana karakterlerin sol tarafında kalmaya çalışmıştır. Bir diğer enteresan bilgi ise Jack Sparrow karakteri ilk Robert De Niro'ya öneriliyor ama kendisi filmin tutmayacağını düşünerek red ediyor. Çok iyi düşünmüş.

14) Hangover(Felekten Bir Gece) filminde dişini kaybeden Ed Helms'in esasında orada gerçekten dişi yoktur.



15) Harry Potter'ın 4. filmi olan Ateş Kadehi'nin jeneriğinde "film çekim esnasında hiçbir ejdarhaya zarar verilmemiştir" yazmaktadır.



16)  Elm Street Kabusu filminde hiç Elm Street kelimesi geçmemektedir.

17)  Indiana Jones filminde, Arc Chamber'da R2D2 ve C3PO'nun hiyeroglifleri vardır.



18) Robert Rodriguez, Machete filmi için Danny Trejo abimizi seçer. Bunun üzerine Danny Trejo abimiz sürekli Robert Rodriguez'i aramaya başlar. Bundan usanan Robert Rodriguez, Danny Trejo abimize mesaj atar ve meşgulüm mesaj atmayı denesen ya der. Bunun üzerine şu mesaj gelir; Machete don't text.

19) The Shinning(Cinnet) filmini bilen çoktur. En korkunç filmler listesindedir hatta. Bu film hakkında da enteresan bilgiler var mesela. Filmin meşhur kapıyı baltalama sahnesinde Jack Nicholsun çok başarılı bir iş çıkarmıştır. Çünkü kendisi eski bir itfayeci olduğundan kapıyı nasıl kıracağını çok iyi biliyordu. Bunun yanında filmin ufaklığı olan Danny Loyd'a, film bitene kadar filmin bir korku filmi değilde bir drama filmi olduğu söylenmiş. Filmin meşhur asansörden kan boşalma sahnesinin çekilebilmesi için de 1 sene beklenmiştir.

20) Orson Welles, Citizen Cane'i(Yurttaş Kane) o dönemlerde sakat olduğundan tekerlekli sandalyede çekmiştir.



21) Christopher Nolan'ın Prestige(Prestij) filminin baş karakterlerinin baş harflari ile ABRA(Abrakadabra) Inception filminin baş karakterleri ile de DREAMS yazılmaktadır.

22) IMDB'nin bir numarası olan Shawshank Redemption(Esaretin Bedeli) filmi, bu  başarıyı sinemada gerçekleştirmemiştir. Sinemada başarısız olan film DVD'ler sayesinde büyük bir gelir elde etmiş ve 1 numara olmuştur.

23) E.T. orjinalinde bir korku filmiydi.

24) Scream(Çığlık) filminde garaj kapısındaki köpek geçidine sığamadığı için öldürülen Rose McGowan esasında oradan geçebiliyordu.

25) Joker, Bane'den daha çok izlenmiştir. The Dark Knigt 3'lemesinin en başarılı filmi, hatta Warner Bros'un en çok kazanan filmi, serinin ikinci filmidir,  yani Jokerdir.


Bir daha ki yazımda da filmlerin esasında kaç günde çekildikleri ile karşınıza çıkayım bari...

11 Kasım 2013 Pazartesi

İspanya Sineması

 İspanya sineması, bir şeye önem vermenin, çabalamanın, peşini bırakmamanın eş anlamlısıdır. Günümüzde herkes İspanya Sinemasını azda olsa takip ediyor. Çünkü İspanya, milenyumdan sonra temellerini kurdukları her şeyin tek tek hasadını yapıyor şuanda. Biliyoruz ki İspanya milenyumdan sonra sporda inanılmaz bir yükselişe geçti. Hepsi altyapı çalışmalarının bir eseriydi. Sineması da alt yapı, önem verme, festivaller düzenleme ve sinema kuruluşları ile, güncel sinemanın en çok takip edilenleri arasında. Şahsen inanılmaz bir İspanya Sineması hayranıyım, özentisiyim, takipçisiyimdir. Hayran olma nedenlerimi, onların pes etmeyişlerinin hikayesini ve milenyumdan sonraki yükselişlerini, gelin size kısa bir şekilde çiziktireyim şuraya.

 Kayıtlara göre Sinema, Lumeire kardeşlerden önce İspanya'ya, Sinemanın bulunduğu aynı sene içinde gelmiş. Şimdi İspanya sinemasının ilk yılları birazcık muallak. Birçok site ve kitaba göre ilk film 1895 Mayıs ayında gösterilmiş ya da ben hep yanlış anlıyorum. Lakin kendilerine ait ilk film 1897 yılında yapılıyor. Muallak kısmı da, ilk filmin esasında hangisi olduğu. Sadece bir yerde değil birçok yerde aynı filmler ile karşılaştım. Eduardo Jimeno Peromarta'nın Salida de la misa de doce de la Iglesia del Pilar de Zaragoza'sı(Exit of the Twelve O'Clock Mass from the Church of El Pilar of Zaragoza), Alexandre Promio'nun Plaza del puerto en Barcelona'sı(Plaza of the Port of Barcelona), sahibi anonim olan Llegada de un tren de Teruel a Segorbe(Arrival of a Train from Teruel in Segorbe) ve Fructuós Gelabert'in  Riña en un café'si(Brawl in a Café) İspanya'nın ilk filmleri olarak geçiyor. Lakin hangisinin daha önce olduğunu maalesef ben bulamadım. Sene 1914 olduğunda İspanya'da sinemanın başkenti Barselona idi. Genel olarak çekilen filmler, gazetelerdeki seri katil haberleri ya da tiyatro oyunlarının, romanların uyarlamalarıydı. Örnek vermem gerekirse nobel ödüllü Jacinto Benavente bile kendi tiyatro oyunlarını filmleştiriyordu.

                                                                    Rina en un Cafe



 Sene 1928 olduğunda, özellikle üzerinde duracağım isimlerden biri olan Luis Bunuel, ve Ernesto Gimenez Cavellaro ülkenin ilk sinema kulübünü, Madrid şehrinde açarlar. Kulübün açılması ile İspanya'da Sinemanın başkenti artık Madrid olur. O senelerde yapılan 58 filmin 44'ü Madrid şehrinde çekilmişti. Hatta gene o senelerde Luis Bunuel, Salvador Dali ile beraber dönemin ilk, çok bilinen avangart filmi Un chien andalou'yu(An Andalusian Dog) çekmişlerdi ki Luis Bunuel'in Salvador Dali ile birçok projesi olmuştur.


Luis Bunuel ve Salvador Dali
 Sene 1931 olduğunda farklı ülkelerdeki sinema çalışmaların çoğalması ve film şirketlerinin artması, diğer Avrupa ülkelerini olduğu gibi İspanya'yı da sıkıntıya sokmuştur. 1933'te 171934'te ancak 21 tane yerli film çekilebilir. 1935 yılı geldiğinde Manuel Casanova yerel Sinemanın yükselişi için bir çare bulur ve günümüzde hala çalışan Compañía Industrial Film Española S.A.(Spanish Industrial Film Company Inc, Cifesa) film şirketini kurar. Bu şirket İspanya'nın en büyük Sinema şirketidir. Cifesa, Luis Bunuel gibi genç sinemacıları desteklemiştir ve Cifesa sayesinde 1935 yılında İspanya'da 37 yerel film gösterilerek o zamana kadar ki en yüksek sayıya ulaşılır.



 Ve gelelim İspanya sinemasının en sıkıntılı ve ilerisi için en büyük ilham kaynağı olan dönemine; İç Savaş Yılları! 1936 yılında İspanya'da iç savaş çıkar ve bu savaş 3 yıl boyunca devam eder. Savaş yüzünden ülkede yarım milyon insan hayatını kaybeder. O dönem çekilebilen filmlerin anca %10'u günümüze kadar gelebilmiştir. O dönem Sinema propaganda amaçlı kullanılır. Dönemin öne çıkan filmi, gene Luis Bunuel'in Espana 1936'dır. Savaş sonrası İspanya'da yeni bir rejim başlar; Faşist Franco Dönemi! Franco, İspanya'yı 1976'ya kadar demir yumruğu ile yönetir, filmlerin çekilmesine engel olur, sansür koyar. İtalya'da Mussolini'nin devrilmesi uzun sürmez, İtalya bu yüzden Sinemasal gelişimine kaldığı yerden devam etmiştir. Lakin İspanya bu kadar şanslı olamamıştır. Franco'nun faşist yönetimi uzun yıllar devam eder ve İspanya bu şartlar ile, baskı altında sanat yapmaya çalışır. O dönemin birçok yönetmenine, faşist yönetim tarafından zorla film yaptırılır. Yinede bunların arasında, 1950 yıllarında İtalyan Yeni Gerçekçilik akımını yansıtmayı başarabilen, birçok neorealist film yapılır. Manel Mur Oti, José Antonio Nieves Conde, Juan Antonio Bardem, Marco Ferreri ve Luis García Berlanga gibi yönetmenler ve onların filmleri olan SurcosBalarrasaTodos somos necesariosOrgulloMuerte de un ciclistaCalle mayorEl pisitoEl cochecitoBienvenido Mister Marshall ve ya Plácido dönemin yeni gerçekçilik akımını yansıtan filmleridir. 

                                                                    Espana 1936


 Filmlerin türleri genelde melodramesperpento ve kara komediler idi. Tabii İspanya'nın o dönem yaptığı filmlerin neredeyse hepsi ortak yapım filmlerdi. Örnek verecek olursak, tekrar Luis Bunuel'in rejim döneminde çekmiş olduğu 1961 yapımı Viridiana İspanya-Meksika ortak yapımı, 1970 yapımı Tristana filmi ise İspanya-Fransa-İtalya ortak yapımıydı.

 İspanya'nın rejim döneminde sinemaya tutunmasını sağlayan bir diğer etkende, o dönem dünyada çok tutulmuş filmlerin bazılarının İspanya'da çekilmiş olmasıydı. King of Kings(1961), El Cid(1961), 55 Days at Peking(1963), The Fall of the Roman Empire(1964), Circus World(1964) The Pride and the Passion(1957), Solomon and Sheba(1959), Lawrence of Arabia(1962), Doctor Zhivago(1965) gibi dönemin önemli -blockbuster- filmleri İspanya'da çekilir. Hatta İspanya'ya bu iyiliği yapan, akımın başlangıcına sebebiyet olan kişi Orson Welles'tir. Orson Welles, 1955'te  İspanya'da, İspanya-Fransa-İsviçre ortak yapımı film olan Mr.Arkadin'i çeker ve İspanya'da bir nevi Sinema turizmini açar. Orson Welles'in İspanya'da ki son filmi Chime At Midnight'dır(1966).

Orson Welles
 1976 yılına, Franco'nun Faşist rejiminin son bulmasına kadar 1960-76 arası elden geldiği kadar film çekilir. Bunların arasında döneme uyulup çekilen bir sürü Spaghetti Western ve Kılıçlı Savaş filmi vardır. 1976'da Faşist Rejimin son bulması ile İspanya Sinemacıları, geleceğin temellerini atmaya başlarlar. İlk esaslı temeli 1953'te kurdukları The San Sebastian İnternational Film Festivali ile atarlar. Bu festival 1953'ten beri her sene yapılmaktadır ve dünyanın en önemli film festivallerinden biridir. Alfred HitchcockAudrey HepburnSteven SpielbergGregory PeckElizabeth Taylor gibi birçok önemli insan bu festivalde bulunmuştur. 1967'de kurulan the Festival Internacional de Cinema de Catalunya(International Film Festival of Catalonia) ise İspanya'nın sinema değerini arttıran bir diğer önemli film festivallerinden biridir.


2010 yılının Katalunya Film Festivali Afişi
 Ülkeye demokrasi gelmesi ile film yapımında büyük bir artış olur, yeni sinema okulları-enstitüleri-bakanlıkları kurulur, devletin de desteklemesi ile yeni yönetmenler ortaya çıkar. Milenyum konularına girmeden şundan da bahsedeyim. İç Savaş, İspanya halkında çok büyük bir yara bırakmıştır. O kadar büyük bir yara bırakmıştır ki yeni nesil sinemacıların çoğu bu konuyu Sinemaya taşımıştır. İlk göze batan film, Victor Erice'nin El Espiritu de la Colmena(Arı Kovanının Ruhu, 1973) filmidir. Hatta milenyumdan sonra bile bu konuda birçok film çekilmiştir de hiçbirimiz ana temanın İç Savaş olduğunu bilmeyiz. Meksikalı olsa da İspanya Sinemasının en önemli isimlerinden biri olan Guillerme Del Toro'nun 2001 yapımı El Espinoza del Diablo(Şeytanın Belkemiği) filmi, 2006 yapımı -ki muazzam bir filmdir- El Laberinto de Fauno(Pan’ın Labirenti) filmi esasında İç Savaşı işleyen filmlerdir.


Guillerme Del Toro'nun Pan'ın Labirenti filminin posteri
 1970-2000 arası  İspanya bir karınca edasında çalışır. Pedro AlmadovarGuillerme Del ToroAlejandro AmenabarSantiago SeguraFernando Trueba gibi birçok önemli yönetmen, Antonio BanderasPenelope CruzJavier Bardem gibi önemli oyuncular dünya sinemasında yerlerini alırlar. 1982 yılında Jose Luis GarciVolver A Empazar(Başlangıca) filmi ile En İyi Yabancı film Oscar'ını alır. 1987 yılında Goya Ödüleri verilmeye başlanır. 1993 yılında Fernando TruebaBelle époque(Güzellik Çağı) ile İspanya adına 2. kez En İyi Yabancı Film Oscarını kazanır. 1999 yılında Pedro AlmadovarTodo sobre mi madre(Annem Hakkında Her Şey) adlı filmi ile Cannes film festivalinde en iyi yönetmen seçilir.

 Milenyumdan sonra İspanya artık ektiğini biçmeye başlar. İspanya, Sinema konusunda Hollywood'a dahil kafa tutmaya başlar. Özellikle milenyumdan sonra korku sinemasına el atmaları, düşük bütçe ile senaryoyu ön plana çıkarmaları ve yenilikçi davranmaları ile benim gözümde inanılmaz bir yer sahibi olmakla kalmadılar, Woody Allen abimizi bile etkilemeyi başarıp şunu söylettirmişlerdir: "New York'tan ayrıldığımda, şehirde en merak uyandırıcı film, Pedro Almadovar'a ait bir İspanyol filmiydi". Sırasıyla 2001 yılında Alejandro Amenabar'ın çektiği, Nicole Kidman'ın oynadığı The Others(Diğerleri) filmi, gene Alejandro Amenabar'ın 2004 yapımı En İyi Yabancı Film Oscar Ödüllü The Sea Inside(İçimdeki Deniz) filmi, Pedro Almadovar'ın 2006 yapımı Cannes Film Festivali Ödüllü Volver(Dönüş) filmi, Juan Antonio Bayona'nın 2007 yapımı The Orphanage(Yetimhane) filmi, 2007 yapımı  Jaume Balagueró'nun Rec(Ölüm Çığlığı) filmi milenyum sonrası göze global olarak en çok çarpan İspanyol filmleridir. Ayriyeten Fernando Trueba'nın Two Much(1995), Brad Anderson'ın The Machinist(Makinist, 2004), Michael Caton-Jones'un  Basic Instinct 2(Temel İçgüdü 2, 2006) gibi dünya sinemasında isim yapmış filmler esasında İspanyol yapımı filmlerdir.



 Tarihli bölümü atlattıktan sonra gelelim benim katacağım baharata. Özellikle Paranormal Activity sonrası çoğalan found footage(buluntu film) film türünü çok benimsemiş olan İspanya bunu Amerikalılardan daha iyi yapmaktadır. Rec filmi için Hollywood, yönetmene başvurup tekrar çekmek için izin ister ve film Amerika'da Quarantine(Karantina,2008) adı altında tekrar çıkar. Hatta İspanyol yapımcıları benim gibi yanılgıya düşenşer için kendi filmlerinin IMBD'deki afişlerine, Karantina bizden esinlenilmiştiri ekletir. Ne kadar tutmasa da Carles Torrens'in Emergo(Lanetli Ruh, 2011) filmi, Rec gibi çok başarılı bir found footage film örneğidir. The Others sonrası korku sinemasına yönelen İspanya, bunu diğer ülkelerden, bence, kat ve kat daha iyi yapmaktadır. Filmlerinde efektten çok senaryoya önem veren İspanyollar, adeta Agatha Christie romanlarından fırlama, son 10 dakikasına kadar ne olduğu asla anlaşılamayacak filmler çektiler. Juan Antonio Bayona'nın  The Orphanage, Jaume Balagueró'nun ödüllü Fragiles(Kırılgan, 2005), Oriol Paulo'nun El Cuerpo(Ceset, 2012), Andy Muschietti'nin Mama(2013) gibi filmleri bırakın İspanya Sinemasını, Dünya sinemasında olmayan gerilim başyapıtlarıdır. Özellike her yazımda belirttiğim, bir film izleyin kanpanyasında, bu sefer El Cuerpo filmini öneriyorum. İspanya Korku sineması, adete bizim ülkemize ders veren bir Sinemadır. Düşük bütçe, az mekan ve bulmaca vari bir senaryo ile muazzam filmler çıkartıyorlar. Rec, neredeyse tek mekan, ucuz makyaj, El Cuerpo, 3 farklı mekan ve ciddi bir senaryo, Fragile, sadece tek bir bina ve çözülemeyen bir gizemden oluşuyor. Gizemi bol filmler seviyor iseniz, bahsettiğim filmleri ve milenyum sonrası bütün İspanyol Korku filmlerini tek tek izleyin. Emin olun pişman olmazsınız... Özellikle... El Cuerpo!


Federico Fellini kimdir?

 20 Ocak 1920'de, İtalya'nın Rimini şehrinde, orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak doğdu ve İtalya'nın belkide 1 numarası, dünyanın en çok saygı duyulan yönetmenlerinden biri oldu. Bu makarnacı dünyadaki birçok insana ilham kaynağı oldu yaptıkları ile. Hayatına göz attığınızda bunu elde etmek için gerçekten çok çalıştığını görürsünüz. Onun hakkında bir sürü bilimsel terim yazabilirim buraya, sanatsal sinemanın öncüsü, avangart yaklaşımından hiç sakınmadı, hem neorealist sinema hemde futuristik sinema yaptı derim, yazarım da yazarım. Peki kaç insan onun gerçekte kim olduğunu, neler yaptığını, nelere imza attığını, kimlere ilham kaynağı olduğunu, onu başarıya götüren etkenlerin ne olduğunu biliyor? Hadi Fellini'nin hayatına ufak bir göz atalım...

Federico Fellini
   Dediğim gibi 20 Ocak 1920'de İtalya, Rimini şehrinde doğdu. Bu şehir onun filmleri için çok büyük ilham kaynağı olacaktır. Babası, Urbano Fellini, Roma'ya pastacı çırağı -satıcı olarakt da geçer- olarak gelmiştir. Annesi İda Barbiani ise Roma'lı katolik bir tüccar ailenin kızıydı. Urbano 1917 yılında İda'yı kaçırıyor ve 1918'de evleniyorlar. 1920 yılında da Federico Fellini dünyaya gözlerini açıyor. Federico, Fellini ailesinin tek çocuğu değildi, Ricardo ve Maria adında 2 kardeşi vardı. Federico'nun ilk okulu Rimini'de San Vicenzo adında rahibelerin yönettiği bir okuldu. Lakin Federico'nun neye ilgisi olduğu daha ilk okulundan belliydi. Zamanının çoğunu çizmek ve karikatür dergisi okumakla geçiriyordu. Sıkı bir Stan Lee ve Marvel takipçisiydi. 1926 yılında keşfettiği sirkte izlediği ilk filmi Guido Brignone’nun Maciste all’Inferno(1926) ile ne olacağına sanırım karar vermiş ya da esin kaynağını bulmuştu. Bu sirk konusuna da birazdan değineceğim.


 Fellini hayatını, aklında kurduklarına adamak istediğine emindi. Liseyi bile zoraki bitiren Fellini, Roma Üniversitesi'nde Avukatlığa yazılır ama kayıtlara göre 1 kez bile derse girmemiştir. Planları farklıydı. 1937 ile 1942 yılları arasında birçok yere karikatürlerini, çizimlerini gönderir, farklı farklı meslekler dener, tutunmaya çalışır. Resmi olmasa da yayınlanmış, halka sunulmuş ilk karikatürü, Milan Domenica del Corriere
Gazetesindeki okurlarımızdan gelenler bölümündedir. Normal bir işe girip çalışmak kesinlikle ona göre değildi. O çizmeyi tercih etti, çizmeye devam ederken bir çok ünlü insan ile tanıştı. Tanıştığı kişiler arasında gelecekte karısı olacak olan kişi Giulietta Masina'da vardı.

Giulietta Masina
  Yazmaya, çizmeye devam eden Fellini kendini bir anda film dünyasının içinde bulur. İlk olarak senaryo yazarlığı yapar. Hatta cavalieri del deserto(Knights of the Desert, 1942) filmi için devlet onu ve arkadaşlarını Libya'ya gönderir. Savaştan dolayı kuşatılan şehirden kendini zor kurtarır. Fellini kararlılığını 1944 yılında arkadaşı ile açtığı Funny Faces Store ile göstermişti. İşte bu dükkan onun kaderini değiştirir. Burada Rossellini ile tanışan Fellini onunla beraber çalışmaya başlar. Yaptıkları çalışmalarda çok kısa sürede meyvesini vermeye başlar. 1947 yılında Sergio Amidei ile yazdığı, kimilerine göre İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin başlamasına neden olan Rome, Open City filmi ile Oscar'a aday olur. Gene 1950 yılında Sergio Amidei ile beraber yazdığı, bir diğer İtalyan Yeni Gerçekçiliği filmi olan Paisa ile de Oscar'a aday olurlar ama alamazlar.


 Fellini'nin tarihli kısmını La Dolce Vita'dan sonra bir köşede bırakırsak, çünkü devam eden yıllarda çektiği filmleri, çalıştığı insanları yazıya özetlemeye kalkışsam bu yazı uzar gider. Esas önemli olan, filmlerini neye göre çektiği, nasıl çektiği ve kimlere ilham kaynağı olduğudur bence. Fellini, hayatını, filmlerine en iyi yansıtmış yönetmendir belkide. Tüm filmleri onun bir parçasıydı. Fellini seven sevgili arkadaşımın da dediği gibi; çektiği bütün filmler biografiktir, otto e mezzo'yu rüyalarını not ettiği bir defterden çıkartmıştır mesela. Her filmi renkli, gösterişli ve gene arkadaşımın özetlediği gibi; sirk havasındadır. Sizi kendine çeken, etkilemeyi başaran bir yapısı vardır filmlerinin. Tüm filmler onun tarihidir, her filmini kendisi üzerinden yazmış, onun hayatından parçaları, anılarını, fikirlerini bize göstermişti. İç dünyasını bize film olarak sergiliyordu desek doğru olur. Bu da sizi pek rahatsız etmez. Onun dünyasını, yaşamını film olarak izlemek sizi sıkmaz. Farklı bir üslubu olduğu aşikardı. İtalyan sinemasının her döneminde yer alabilmiş birisi olmasıda belki onun çok önemli biri kılıyor. Yeni Gerçekçilik varkende oradaydı, İtalya'da farklı farklı tarzlar denenirken de o oradaydı. Bu bence çok önemli bir nokta.


 Fellini'nin tarihli kısmını La Dolce Vita'dan sonra bir köşede bırakırsak, çünkü devam eden yıllarda çektiği filmleri, çalıştığı insanları yazıya özetlemeye kalkışsam bu yazı uzar gider. Esas önemli olan, filmlerini neye göre çektiği, nasıl çektiği ve kimlere ilham kaynağı olduğudur bence. Fellini, hayatını, filmlerine en iyi yansıtmış yönetmendir belkide. Tüm filmleri onun bir parçasıydı. Fellini seven sevgili arkadaşımın da dediği gibi; çektiği bütün filmler biografiktir, otto e mezzo'yu rüyalarını not ettiği bir defterden çıkartmıştır mesela. Her filmi renkli, gösterişli ve gene arkadaşımın özetlediği gibi; sirk havasındadır. Sizi kendine çeken, etkilemeyi başaran bir yapısı vardır filmlerinin. Tüm filmler onun tarihidir, her filmini kendisi üzerinden yazmış, onun hayatından parçaları, anılarını, fikirlerini bize göstermişti. İç dünyasını bize film olarak sergiliyordu desek doğru olur. Bu da sizi pek rahatsız etmez. Onun dünyasını, yaşamını film olarak izlemek sizi sıkmaz. Farklı bir üslubu olduğu aşikardı. İtalyan sinemasının her döneminde yer alabilmiş birisi olmasıda belki onun çok önemli biri kılıyor. Yeni Gerçekçilik varkende oradaydı, İtalya'da farklı farklı tarzlar denenirken de o oradaydı. Bu bence çok önemli bir nokta.


 Filmleri sadece izleyenleri memnun etmekle kalmamıştı. Fellini, La Dolce Vita filmi ile Paparazi kelimesini hayatımıza sokan kişidir. Broadway ve birçok yerde müzikallere esin kaynağı oldu. Yaşadığı şehir olan Rimini, ölümünden sonra havalimanının adını Federico Fellini Havalimanı olarak değiştirir. Enterneinment Weekly dergisine göre dünyanın en iyi 10. yönetmeni ilan edilmiştir. Stenley Kubrick'e kendisinin favori filmleri sorulduğunda ilk on filminde Fellini'nin I Vitelloni filmi vardı. Ayriyeten I Vitelloni filmi Juan BardemMarco FerreriLina Wertmüller gibi isimlere ilham kaynağı, Martin Scorsese'nin Mean Streets(1973) filmini, George Lucas'ın American Graffiti(1974) filmini, Joel Schumacher'in St. Elmo's Fire(1985) filmini, ve Barry Levinson'ın Diner(1987) filmini yapmasında etkisi olmuştur. İtalya'nın, En İyi Yabancı Film Oscar'ını en çok kazanan ülke olmasına bizzat 4 filmi ile yardım etmiştir. Fish adlı bir şarkıcı "Fellini Days" adında bir albüm çıkartmıştır Federico Fellini'den esinlenerek. Dünya Sinema Tarihi kitaplarında adı büyük harflerle yazmaktadır, benim gibi birçok amatör yazara kendini araştırtmayı başarmıştır. Ve daha neler neler...

Federico Fellini ve karısı Giulietta Masina
 Özel hayatından 1-2 kuple daha verirsek, 22 Mart 1945 yılında bir oğlu olmuştur ama maalesef sadece 1 ay yaşayabilmiştir. Kendisi de 31 Ekim 1993 yılında, 73 yaşında, Roma'da hayata gözlerini kapatır. Öldüğü gün, Karısı Giulietta Masina ile evliliklerinin 50. yıl dönümünün ertesi günüdür. Karısı Masina'da kocasından 5 ay sonra 23 Mart 1994'te hayata gözlerini yumar. 2'sinin mezarları yanyanadır ve bronzdan mezar taşları vardır. Mezarlar ise, Fellini'nin doğduğu, büyüdüğü, filmlerine  ilham kaynağı olan, babasını kaybettiği ve hiçbir zaman unutamadığı şehri olan Rimini'dedir.



İtalyan Sineması

Dönem Dönem İtalya Sineması

 İtalyan sinemasını size detaylandırmaya çalışsam sayfalarca yazı çıkar, altından kalkamayız. Sporda, tarihte, müzikte köklü bir tarihi olan Çizmenin, Sineması da bir o kadar köklü ve detaylı. Çok şükür onlar kendi sinemalarını bölümlere ayırmışlar da bizlere kolaylık oluyor. İtalyan Sineması zaman zaman değişen tarzları, çok önemli oyuncuları, filmleri ve akımları ile Avrupa'nın önde giden Sinemalarındandır. Aşırı detaylı olmasa da gelin bir inceleyelim.


 Sinemanın keşfinden birkaç ay sonra 1896 yılının mart ayında İtalya'da ilk gösterimler yapılır. Sırasıyla Martta Roma ve Milano, Nisanda Napoli-Salerno ve Bari, Haziranda Livorno, Ağustosta Bergamo-Bologna ve Ravenna, Ekimde Ancona, Aralıkta Turin ve Pascera şehirlerinde gösterimler yapılır. Sinema o kadar çabuk benimsenir ki 1903-1908 yılları arasında Roma'da Cines, Turin'de Ambrosio ve İtala Film adı altında 3 film şirketi kurulur. Bunları birçok film şirketi takip eder. İtalya'da ilk çekilen film, tarihsel bir film olan  Alberini'nin 1905'te çektiği La presa di Roma, 20 settembre 1870'dir(Roma'nın Fethi, 20 Eylül, 1870). Onu takiben çekilen filmler genel olarak kitaplardan uyarlamalar ve kendi tarihleri hakkında belgesellerdi. Örnek olarak Mario Caserini'nin Otelle(1906) filmini verebiliriz. Jül Sezar, Kleopatra, Nero gibi İtalya tarihinin önemli isimleri hakkında tarihsel filmler yapılmıştır. Lyda Borelli, Francesca Bertini ve Pina Menichelli zamanın ilk divaları olarak ön plana çıkarlar, hatta Francesca Bertini sinemada çıplak görünen ilk aktirist olur.

Francesca Bertini

 Enrico Guazzone'nin 1912 yapımı Quo Vadis ile Giovanni Pastrone'nin 1914 yapımı Cabiria filmi dönemin ilk çok para harcanan filmleri olur. Dediğim gibi İtalya'da sinema hep dönem dönem akımlara göre değişmiştir. 1911-1919 seneleri yapılan filmlerin hepsi Fütürizm filmleriydi. İşin kötü yanı o döneme ait fütürizm filmlerinin çoğu kaybolmuştur. Avrupa'da film şirketlerinin çoğalması ve 1.Dünya Savaşının başlaması ile İtalya Sineması duraklama dönemine girer. Bu döneme Silent Era yani Sessiz Dönem denir. Bu dönemin özelliği, yapılan filmlerin sessiz olması ve yapım yıllarından yıllar sonra yayınlanabilmiş olmalarıdır. Mario Camerini'nin Rotaio(1929) filmi ile Alessandro Blasetti'nin Sun(1929) filmi Sessiz Dönemin öne çıkan filmleridir.

Giovanni Pastrone'nin Cabiria filminden bir sahne

  1930 yılında Gennaro Righelli'nin La Canzone Dell'amore filmi İtalya'nın ilk sesli filmi olur. Onun peşinden gene Gennaro Righelli'nin Blasetti's Terra Madre(1930) and Resurrectio(1931) ve  Camerini'nin Figaro and His Great Day(1931) filmleri gelir. Şahsen benim için İtalya Sinemasının  eğlenceli kısmı 1930'dan sonra başlar. O dönemlerde İtalya Faşist bir yönetim tarafından yönetiliyordu. Devletin başında, başa 1922'de getirilmiş olan Benito Mussolini, yani Hitler'in kankası vardı. Mussolini, Sinemayı bir silah olarak görür ve propaganda aracı olarak kullanmaya başlar. O dönem yapılan filmlerin hepsine Telefoni Bianchi filmleri yani Beyaz Telefon Filmleri denir. Türü komedi ve melodramlardan oluşan bu filmler bir nevi halkı uyutmak için yapılır. Filmlerin içeriğinde hep zengin aileler, ihtişamlı mekanlar gösterilir, sanki tüm İtalya böyleymiş gibi davranılırdı. Türün adı da filmlerde görülen beyaz telefonlardan gelir. Esasında Telefoni Bianchi türe verilmiş resmi bir ad değildir, küçümseme amacında konmuş bir isimdir. Dönemin önemli Telefoni Bianchi filmleri Guido Brignone'nin Paradiso(1932), Carlo Bragaglia'nın O La Borsa O La Vita(1933) ve Righelli'nin Together in the Dark(1935) filmleridir. 1930 ile 1944 arası çekilen 639 filmin yarısı Telefoni Bianchi filmiydi.



 Benito Mussolini bunlarla kalmayıp Cinecittà sinema stüdyosunu kurdurur. 1937'de tamanlanan Cinecittà o dönemin teknik ve teknoloji olarak en gelişmiş stüdyosuydu belkide. Cinecittà birçok filme ev sahipliği yapmıştır hatta günümüzde hala faaliyettedir ve hala içinde filmler yapılmaktadır. Daha sonra Federico Fellini ile en yakın ilişki kuran stüdyo olmuştur. Tabi Telefoni Bianchi filmleri birçok yönetmenin canını sıkmıştır çünkü filmler gerçeği yansıtmamaktaydı. Halk zor durumdaydı ve bunu kimse bilmemekte, yansıtılmamaktaydı. Cinecittà sayesinde propagandasını ileri seviyeye taşıyan Mussolini'ye cevap 2. Dünya savaşından sonra gelir; Yeni Gerçekçilik Akımı!



 2. Dünya Savaşının bitmesi ile İtalyan Yeni Gerçekçilik(Neorealism) akımı ortaya çıkar. Gerçeklerin gösterilmesini savunan yönetmenler kameralarını alıp sokağa çıkarlar ve gerçekleri çekmeye başlarlar. Bu akımın en önemli yanları, belkide parasızlıktan dolayıdır ya da devletin bu tarz filmleri sansürleyecek olmasından dolayı, yönetmenler stüdyolardan uzak dururlar. Film oyuncuları amatördür hatta çoğu hiç oyunculuk yapmamış insanlardır. Yalın, alışagelmişten uzak, gerçek dekorlar ile süsleniyordu filmler. Bazı filmlerin tamamlanması yıllar sürmüştür. Akımın ilk filmi de bir tartışma konusudur. Kimisi, Postacı Kapıyı 2 Kere Çalar kitabının uyarlanmış versiyonu olan Luchino Visconti'nin Ossesione(1942) filmi olduğunu söyler, kimiside, Roberto Rosselini'nin 1945 yapımı filmi olan Roma Citta Aperta(Roma Açık Şehir) olduğunu söyler. Hangisi akımın ilk filmi olursa olsun bu filmler dönemin gerçek yüzünü anlatan filmler olurlar. Onların ardından en çok ses getiren filmler Sciuscia(Kaldırım Çocukları, 1946), Paisa(Hemşire, 1946), Germanio Anno Zero(Almanya, Yıl Sıfır, 1948), Miracolo a Milano'dur(Miracle in Milan, 1951). Yeni Gerçekçilik döneminin en başarılı ya da en çok ses getiren filmi ise The Bicycle Thiefs(Bisiklet Hırsızları, 1948) olur. Filmin konusuAylar sonra iş bulan Ricci'nin işi yapmak için aldığı bisikletin çalınması ve başka çaresi olmasından dolayı oğluyla beraber bisikleti tüm şehirde arayıp bulmaya çalışması ve kaldığı zor durumlar.

The Bicycle Thief filminden bir sahne

  Yeni Gerçekçilik akımı filmler bir yandan devlet ile mücadele verirken bir yandan da halkı bilinçlendirmeye, gerçekleri göstermeye çalışıyordu. Ossesione filmi ilk defa sinemada gösterildiğinde Mussolini salonu terk etmiş, terk ederken "Bu İtalya değil!" diye bağırmıştır. İşin garip yanı tüm dünyaya yayılmış olan bu akım İtalya'da sadece 10 yıl dayanabiliyor. Vittorio De Sica’nın 1952 yılında çektiği Umberto D. filmi, akımı bitiren resmi film olarak kabul edilir. Akımın bitmesinin nedeni hem İtalya'nın Ekonomisinin yükselmesi ile yaşam şartlarının düzelmesi hem de öncü olan kişilerin akımlarını terk etmesi oldu. Yeni Gerçekçilik akımının bitmesi ile yeni akımlar sırasıyla ortaya çıkmaya başladı. Böylece akıllarda sorularda kaldı, acaba Yeni Gerçekçilik başarılı olabildi mi? Başarılı olmadı dense bile çok ama çok şey kattığı kesin.



  Şimdi biraz hızımızı arttıralım. Yeni Gerçekçilikten sonra sırasıyla Pink NeorealismPeplumSpaghetti WesternDialloPolizieschi akımları gelir. Pink Neorealism döneminde İtalya'nın yükselişi, sosyal ve komedi temalı filmler çekilmiştir. Dönemin öncülerinden biri, yeni gerçekçiliği bitiren filmi yapan Vittorio De Sica'dır. Pink Neoralism 1954-1961 yılları arasında yer bulurken aynı yıllar arasında Peplum adlı akımda başlar. 1958'de Hercules filminin yayınlanması ile İtalyan Film Endüstrisi mitolojik ya da incil temalı filmlere yönelir. Bu filmlere örnek olarak Mario Bava'nın Ercol Al Centro Della Terra(Hercule In The Haunted World) ile I Sette Gladiatori(The Seven Gladiators, 1964) filmleri gösterilebilir. 1960-1975 arası ise Spaghetti Western filmleri yapılır. Bir grup İtalyan yönetmenin başlattığı bu akımla 15 senede yaklaşık 600 film çekilir. Spagehetti Western ya da Italo-Western bildiğimiz tipik düşük bütçeli kovboy filmleriydi. Dönemin başını çeken kişide Sergio Leone'dur.  Daha sonra gene aynı dönemlerde korku filmleri çekilmeye başlanır. Mario BavaRiccardo Freda, Antonio Margheriti ve Dario Argento'nun başlattığı korku filmi akımının başlıcaları filmleri şunlardır: Black Sunday(1960), Castle of Blood(1964), Twitch of the Death Nerve(1971), L'uccello Dalle Piume Di Cristallo(1970), Profondo Rosso and Suspiria(1977). Tabi İtalyanlar aksiyon filmlerinden de geri kalmazlar. Polizieschi adı altında birçok polisiye film çekilir ve bu filmlerin başlıca aktörlerinden biri çoğumuzun adını ara sıra duyduğu Alain Delon'dur.


  Bu akımların hepsi 1960 ile 1980 arası gerçekleşir. 1980 senesi geldiğinde ise İtalyayı kriz vurur. Bu krizden de yararlanmasını bilen İtalyanlar sanat filmlerine yönelirler. Dönemin öne çıkan isimlerinden biri, hatta İtalya Sinemasının en büyük isimlerinden biri olan kişi Federico Fellini'dir. Gerçi Fellini Yeni Gerçekçilik Akımı sırasında da La Strada(Sonsuz Sokaklar, 1954) filmi ile oradaydı. Bu yazımda kendisinden pek bahsetmedim çünkü Fellini için bizzat bir yazı yazacağım. Devam edelim... Tabii sanat filmlerinin ortaya çıkması ile ödüllerde artış olur. Hazır ödül demişken 1961'e geri dönelim ve Sophia Loren'den bahsedeyim. Kendisi 1961 senesinde Akademi Ödülü kazanan ilk yabancı kadındır. Tekrar devam ediyorum... 1980'lerde ki yeni jenerasyon sayesinde İtalya Sineması epey yükselir. Guiseppe Tornatore 1990 yılında En İyi Yabancı Film dalında Akademi Ödülü kazanır. Onu takiben 1992 yılında Gabriele Salvatores, Mediterraneo filmi ile aynı ödülü İtalya adına tekrar kazanır. 1998 yılında ise Roberto Benigni, Life Is Beautiful filmi ile Akademi Ödüllerinde 3 dalda Oscar kazanır. Saymaya devam edersem bu ödüller böyle akar gider. Kısaca özetlersem ama En İyi Yabancı Film dalında 13 Akademi Ödülü ve 12 Palmes d'Or Ödülü. Bu da İtalyayı en çok Akademi Ödülü ve 2. en çok Palmes d'Or ödülü kazanan yabancı ülke yapıyor.

Sophia Loren'ın gençliği

 Şuana bakarsak İtalya Sineması güvenilir ellerde. Şuan sinemalarda takip ettiğimiz çoğu yönetmen ya da oyuncu esasında İtalya kökenlidir. Martin Scorsese, Frank Capra, Quentin Tarantino gibi yönetmenler ve  Sylverster Stallone, Al Pacino, Marlon Brando gibi oyuncular esasında İtalya kökenlilerdir. Bu kişiler İtalya'nın dünyaya armağanlarıdır. Esasında yazabileceğim daha o kadar çok şey var ki İtalya Sineması hakkında ama hepsini yazsam okumaktan sıkılırsınız. Birkaç ufak detaydan daha bahsedecek olursam, İtalya gelişmiş bir ülke olduğunu sinema salon sayısı ile gösteriyor; 148 sinema salonu. Aktif bir sinema seyirci sayısı ve ben bu yazıyı yazarken en çok izlenen film bir İtalyan filmiydi. Ortalama bir İtalyan yılda 25 bin dolar kazanıyor, sinema bence pahalı olmamalı. Ortalama 8 euro olan bilet fiyatı diğer kuzeye nazaran çok daha ucuz. Tabii ki her yazımın sonunda yaptığım gibi gene bir film önerisinde bulunacağım. Yeni Gerçekçilik döneminin en önemli filmi olarak sayılan Bisiklet Hırsızı'nı denemeye ne dersiniz?