Lumeire kardeşler sinemayı
keşfettiklerinde, ilk izleyicilerine sundukları şey, sabit duran bir kameranın
fabrikadan çıkan işçileri çekmesiydi. George
Melies bile kamerayı sabit tutarak piyes niyetinde filmler çekti. Fakat
daha sonra Griffith geldi ve
kameranın esasında hareket ettirilebileceğini gösterdi. Onunla başlayan kamera
hareketleri önü alınamaz yerlere, enteresan ve bir o kadar muhteşem açılara yol
gösterdi. Abel Gance'ın farklı
açıları ve hareketleri ile başlayan bu serüven Orson Welles'in Yurttaş Kane'nin
de devam etti, Tarantino'lara, James Cameroon'lara kadar geldi. Gravity filminde artık -daha önce de
vardı tabii- kameranın makinalara bağlanıp pürüssüz hareketler elde
edilebileceğini gördük. Kamera ile belkide binlerce şey denenmiştir. Fakat
1980'lerde kameraya çok farklı bir amaç yüklenebileceğini keşfetti yönetmenler;
person of view, yani el kamerası filmleri yani found footage filmler.
İlk olarak Cannibal Holoucast filminde yarı yarıya denendi bu bakış açısı.
Filmin oyuncuları kamera ile konuşuyor, kamerayı tutan kişi esasında filmi
çekiyor. Yani filmi bir yönetmen değilde, aramızdan biri çekiyormuş gibi. Daha
sonra bu tekniğin denendiği çeşitli filmler oldu. Lakin bu teknik 2007'e kadar çok benimsenmedi. 1999 senesinde vizyona giren The Blair Witch Project, bizi found
footage ile tanıştıran ilk film oldu belkide. Bir grup gencin ormanda
kaybolması ve başlarına gelenleri sıradan bir video kamera ile kaydetmesi ve bu
kaydın daha sonra başkaları tarafından bulunup film diye sürülmesine, sözde,
found footage deniyor. Aynı örnek, hayatımıza bu tarzı resmen sokan Paranormal Activity filminde de
görebiliyoruz. Kayıtlar, olaylar sonrası gelen polisler tarafından bulunuyor ve
yayınlanıyor, sözde.
Found footage filmler git gide artmakta. Bu
teknik ya da bakış açısı yeni konular üretmeye, daha farklı filmler yapabilmeye
imkan tanıyor. Sadece bu tekniği kullanarak film yapanların yanında filmin
belirli bir kısmında bu tekniği kullananlar da yok değil. Dediğim gibi, bu
teknik sayesinde farklı tarz filmler yapmak mümkün oldu. Öyle olunca, person of
view filmleri bir nevi 2'ye ayrıldı. Kayıtların bulunup, yayına sürüldüğü Found Footage ve gerçek bir hikayeye
dayanarak ona farklı bir bakış açısı getiren, habercilik tadında olan Mockumentary filmler.
Şahsen
bu tarz filmlerin sıkı bir hayranıyım. Ve yerinde kullanıldığında gerçekten
ortaya çok güzel filmler çıkarılabileceğine inanıyorum. Bu tarz filmlerden
birkaç örnek verelim mesela. Birincisi Blair
Witch belki herkes tarafından bilinmez ama Paranormal Activity serisi artık içimize işledi, bir yerden sonra
sıktı bile. Hatta bu hafta yenisi geliyor. Paranormal'i geçersek, bu tarzın
diğer güzel filmlerine gelirsek ki bunların bazıları gerçekten severek izlendi;
Paranormal ile aynı sene vizyona giren REC
filmi.
Eminim ki çoğunuz bu filmi izlemiş ve tahminimce beğenmişinizdir. REC'in ardından, bence bu tekniğin en
güzel kullanıldığı filmlerden biri çıktı; Cloverfield.
Yıllarca çeşitli açılardan uzaylı istilası, Amerika'nın yıkılışını izledik. Cloverfield'da ise şehir yıkılırken,
yıkımdan kaçan kişinin direk kamerasından izliyoruz filmi.
Cloverfield
sonrası ve öncesi tabii çeşitli filmler oldu bu teknikte. Çoğu pek kayda değer
filmler değildi. Sırasıyla Rec 2, Paranormal Activity 2 geldi. Fakat bunların
arasında çıkan bir film var ki mesela o da bilinen filmler arasına girmiştir
bence; The Last Exorcism. Şeytan
çıkarma ayinini bir de orada bulunan kişilerin kamerasından izliyoruz. Yoksa
biz ne şeytan çıkartma filmleri izledik. Olay, orada bulunan kişinin çektiği
şekilde görmekte.
2010'a kadar hep Found Footage tarzı filmler yapıldı. Ya da ben
tümünü izleme şerefine ulaşamadım. Her defasında kamerada bir olay izlenir ve o
kaydı çeken kişi ya ölür ya da kemarayı kaybeder, sonra biri bulur. 2010
senesinde André Øvredal bu çekim
tekniğine başka bir tarzı kısmen getirdi; Mockumentary.
Çektiği The Troll Hunter filminde,
bir grup, ayı ölümlerini araştırmak için yola çıkar ama troll'ler ile
karşılaşırlar. Film boyunca aldıkları kayıtlar daha sonra gelen kimliği
belirsiz kişiler tarafından ele geçirilmeye çalışılır.
Mockumentary
filmlerin genel teması, gerçek bir hikayenin, senaryolaştırılmasıdır. Her zaman
bir örtbas vardır. Anlatılan konular ya global ya da yöresel olarak bilinen
şeylerdir ama esasında öyle değillerdir. Hep örtbas edildiği için
öğrenememişizdir, film sayesinde de gerçeklere kavuşuruz, sözde. En basit
örneklerden biri, ilk adam akıllı Mockumentary filmi olan The Tunnel'dır. Carlos
Ladesma'nın ilk uzun metraj filmi olan The
Tunnel, Avustralya'da kanalizasyonda yaşayan evsizlerin kaybolmaları
üzerinedir. Sözde, hükümet o kanalizasyonda olanları örtbas etmeye
çalışmaktadır, gerçeği öğrenmek isteyen bir grup gazeteci de kanalizasyonlara
girerek haber yapma peşindedir. Sonrası Carlos Ladesma'ya göre o kanalizasyonun
gerçekleridir ve gayet başarılı ve ürkütücü bir filmdir.
Found Footage filmlere nazaran Mockumentary
filmlerin olabilitesi çok yüksektir. Örnekler ile açıklayayım mesela bunu.
Mockumentary filmler sözde halkı bilgilendirme amaçlıdır. Lions Gate'in yapımcılığını yaptığı The Bay filmi toplumu bilgilendirme, kendince bir gerçeği ortaya
çıkarma peşindedir. Tabii ki böyle bir şey yok. Ama The Tunnel filmi gibi The
Bay'de de yaşananların gerçekleşebilitesi çok yüksektir. The Bay filminde bir sahil kasabasının
tüm tavuk pisliklerini -kakası- göle dökmesi anlatılır. Olay şu ki, tavuk
pisliği inanılmaz derecede steroid içerir. Tonlarca pislik, yani tonlarca
steroid suya döküldüğünde, suda yaşayan böceklerin gelişimi çok hızlanır. O
kadar hızlanır ki balıkları yemeye hatta insanlara bile saldırmaya başlarlar.
Mümkün mü? Mümkün.
Bir diğer örnek de The
Dyatlov Pass Incident filmidir. 1950 yılında Rusya'da dağa çıkan 9 kişi esrarengiz
bir şekilde ölü olarak bulunur. Bunun nedenini araştırmak için yola çıkan
gençler ise onların yaşadığı olayların aynısını bire bir yaşar. Filmin teması, Philedelphia araştırmalarına yani
ışınlanmaya dayanıyor. Mümkün mü? Mümkün. Bu araştırmayı bizzat Tesla ve Einstein yürütmüştü çünkü. Hatta gerçekleştiğini bile iddaa edenler
var. Filmde, 9 dağcının yönetmene göre nasıl öldüğü anlatılıyor.
Ne kadar
uyduruk da olsa mesela, The Banshee
Chapter. CIA'in yaptığı
araştırmalar sonucu kaybolan insanları araştıran genç bir gazeteci. Gördüğünüz
gibi tema hep aynı. İnsanlık namına bir araştırma vardır, ama araştırılan şey
hep örtbas edilmiştir, araştıran bunu tek tek ortaya çıkarır, genelde de sah
kurtulur ve haberini yapar.
El
kamerası filmleri genelde korku veya gerilim filmi oluyor. Mesela İtalya'da
tımarhanede yatan annesini ziyarete giden kızın hikayesini anlatan The Devil Inside...
farklı bir sürü
kısa filmlerden oluşan ve bana göre izlenmesi gereken dönemin en yaratıcı korku
filmlerinden biri olan V/H/S
serisi...
yalandan hayalet programı yapan bir ekibin terk edilmiş bir
tımarhenede geçirdikleri bir geceyi anlatan ve bana göre en korkunç found
footaage filminde ilk 3'te olan Grave Encounters
serisi gibi...
Farklı şeyler deneyen olmadı mı? Chronicle filmi süper güçlerini keşfeden 3 arkadaşın bunları kayda
almasını anlatır. Bunu daha önce Heroes
dizisinde Claire karakterinde de
görmüştük. Süper gücünü keşfeden high schoolerlar hep kameraya alma gereği
hisseder...
Mesela bu tarzın en ama en farklı örneği olan; Project X. Filmde ailesinin yokluğunda evinde parti veren Thomas'ın
kontrolü kaybetmesi ve partinin çok fazla insan ile dolması anlatılıyor. Olayın
içinden birinin kamerasından yüzlerce insanın bulunduğu bir partiyi
izliyorsunuz.
Bu sene çıkan A Haunted House mesela. Paranormal Activity ile dalga geçen ve belkide -benim
izlediğim kadarıyla- el kamerası yapımı olan ilk komedi filmi.
Bizim Türk sinemacılar da bu işe el atmazsa
olmazdı. Bizde ilk olarak yapılan el kamerası filmi sanırım ADA - Zombilerin Düğünü filmi olsa gerek. Hasan
Karacadağ da yaptı. Dabbe: Bir Cin Vakası
filmi benim izlediğim ilk Türk el kamerası filmi oluyor. Maalesef Türk sinemasını çok takip etmediğimden ADA'yı hala izlemedim. Dabbe mi? Konusu tabii ki cinlere
dayanıyor. Hasan Karacadağ başka ne
yapacak?
El
kamerası filmleri birçok imkan sağlasa da çok büyük bir dezavantajı vardır ve
izleyiciyi filmden soğutmaya kadar itebilecek bir dezavantajdır. Özellikle
Found Footage tarzı olanlarda bu çok belirgindir. Kamerayı taşıyan kişi ölüm
anında dahi hatta bir şey tarafından sürükleniyor, fırlatılıyorken bile o
kamerayı elinden bırakmaz. Hadi Mockumentary filmlerden bunu bir nebze
yedirirsin, kişi gazeteci olduğundan kamerayı bırakmaz istemez ama insan can
havlinde bile çekim yapamaz ki be kardeşim? İşte Hasan Karacadağ buna bir nebze
çözüm bulmuş ya da kolaya kaçtı da çözüm gibi durdu. Onun filminde kamera genel
itibari ile elde taşınmıyor, evin güvenlik sistemini oluşturan kameralardan
izliyoruz filmi. Yani film %70 sabit kameradan oluşuyor.
Long story short... Point of View filmleri sinemaya bir sürü yenilik getirdi bence.
Yönetmesi, çekimi belki daha zor, özellikle efekt yapanlar için, ama yeni ve
enteresan konulara da imkan sağladığı aşikar. Yapabileni var yapamayanı var o
da aşikar. Yapabilen de bunun hakkını veriyor ve ortaya izlemesi çok güze
filmler çıkıyor. Misal 2014 senesinde Devil's
Due adlı yeni bir el kamerası filmi gelecek. Sabırsızlıkla beklediğim
filmlerden biridir. Yazımı bitirmeden önce de şunu diyeyim; bu teknik esasında
açılı filmlere nazaran daha etkilidir ama dediğim gibi kullanılabildiğinde.
Çünkü açı olmadığından bizi olayın içine sokarlar. Onlar ne görüyor ise bizde
sadece onu görebiliyoruz filmlerde. Bu da bizi filmin bir parçası yapıyor bence.
Bir de son olarak İspanyolların Emergo
adlı filmini de izleyin...
ayrac koydum, daha sonra devam edicem
YanıtlaSil