11 Kasım 2013 Pazartesi

Danimarka Sineması

Trier'in Dogma 95 yılı Danimarkası

 Neresinden başlayacağımı bilemedim açıkçası. Bende yazımı 2'ye bölmeye karar verdim. İlk bölümde Danimarka Sinemasının nasıl en büyük sinemalar arasına girdiğini, ikinci bölümde de Danimarka denince akla gelen ismi anlatmaya karar verdim; Lars Von Trier. O yüzden, fazla uzatmadan bu engin denizi anlatmaya başlıyorum.

1.Bölüm

1. Dünya Savaşının başlamasına kadar Danimarka, Avrupa'nın belki de en büyük sinemasıydı. Muhteşem yönetmenleri, deneysel filmleri, dünyaya mal olmuş oyuncuları ile birçok tarihçi için anlatılacak bir ders konusuydu Danimarka Sineması. Tarihler 1896'yı gösterdiğinde, Peter Elfelt isimli bir fotoğrafçı, Danimarka'nın ilk filmi Kørsel med Grønlandske Hunde'yi çekti. Bu tarihi olay ülkenin başkenti Kopenhag'da gerçekleşir. Bu filmin gösterimi ile büyük bir endüstrinin temelleri atılır. 1906 yılında, Ole Olsen, günümüzde hala çalışmaya devam eden Nordisk Film, film şirketini kurar. Şirket daha çok kısa film yapmaya yönelir. Sene 1910 olduğunda film şirketleri sayısı 10'a yükselir ve bu Danimarka sinemasının verimliliğini arttırır. Aynı sene Nordisk Film, rekabetten dolayı kısa film çekme politikalarını değiştirip geleceğe bakmaya karar verir.



 Filmlerin sürelerinin çoğalması ile aktör sayısında artış olur. Bu çoğalma sayesinde dünya, sinema tarihi için önemli isimlerden birini kazanacaktır. Asta NielsenGreta Garbo'nun hocası. Zamanın en büyük kadın yüzü, erkek rolünü oynayan ilk kadın, büyük kadın hakları koruyucusu. Sırf bu kadının ismi sinema tarihçilerini heyecanlandırmaya yeter. Asta Nielsen, Avrupa'nın ilk kadın yıldızı olur. Daha çok güncel konulu, aşk, ihanet tarzı filmlerde oynayarak birçok insanın kalbini çalmayı başarır. 1911 yılında, August Bloom ile Nordisk Film kalitesinin arttırır ve filmlerini Avrupa'ya satmaya başlar. Lakin filmlerindeki "erotik" yaklaşıma dikkat etmeleri gerekir çünkü Avrupa bundan rahatsız olabilir hatta ileride rahatsız olacaklardır. 1913 senesinde de, Danimarka'nın ilk uzun metraj filmi olan Atlantis gösterime sunulur. Tabi ki yönetmeni August Bloom.

Asta Nielsen
Greta Garbo

 1913'ten sonra Danimarka Sineması, yabancı şirketlerin çoğalmasından dolayı kan kaybetmeye başlar. 1. Dünya Savaşının da başlaması ile Danimarka'nın dış ülkelere film satışı azalır. Bu yavaşlamaya 1914 senesinde Benjamin ChristensenDet hemmelighedsfulde X (The Mysterious X or Sealed Orders, 1914) ve Hævnens Nat (Blind Justice or The Night of Revenge, 1916) filmleri ile birazda olsa dur der. Christensen ileri kariyerinde İsveç ve Hollywood'ta bir sürü film çeker ama büyük bir başarı yakalayamaz. Daha sonrada Danimarka tarihine adını yazdıracak olan Carl Theodor Dreyer film çekmeye başlar. Amerikalı yönetmen olan D.W.Griffits'ten esilenip çektiği Præsidenten(The President, 1919) ve Blade af Satans Bog (Leaves from Satan's Book, 1921) ile Danimarka Sinemasına katkıda bulunur. Özellikle Dreyer'ın cadılı, büyülü filmlere ilgi gösterdiği göze çarpmaktadır. Hazır Griffits demişken, dönemin yönetmenlerinden Holger Madsen'in, Griffits'ten tam 10 yıl önce(The Birth Of A Nation) kamerayı hareket ettirme ya da sahneleri farklı açılardan çekmeyi kullandığı söylenir.

Carl Theodor Dreyer

 Danimarka Sineması dönem dönem üzerinde yoğunlaştığı film türünü değiştirir. 1929'da sesli filmin keşfedilmesi ile ondan önceki dramın yerini komedi alır. Bununda başlıca sebebi Lorel ve Hardy tiplemeleriydi. O dönem yapılan komediye Folk Komedisi deniyordu. 2. Dünya Savaşından sonra, Alman işgali altındaki Danimarka'nın en büyük film şirketi olan Nordisk Film, Almanlar tarafından satın alınır. Şirketin satılması ile de tüm yönetmenler dağıtılır. Danimarka'dan esinlenen Almanya, kendi şehirlerinde film stüdyoları kurar. Böylece Danimarka'nın o ihtişamlı Sinema dönemi, Trier gelene kadar, biter. 2. Dünya savaşının sonrasında, Danimarka'da ufaktan kıpırdanmalar olur. Yeni yönetmenler, yeni filmler. Direnişi, toplum sorunlarını işleyen filmler çekilir. Lakin başarılı çalışmalara rağmen Danimarka Sineması, Hollywood'un gölgesinde kalır. 1950'de yılda 50'nin altına düşen yerli film sayısı iyice azalır. 80'lere 90'lara gelindiğinde yerli filmlerin sayısı 15'e kadar düşer. İşte bu gerileme 1995 senesinde duracaktır. 1995'te Danimarka tarihinin en büyük çıkışını yakalayacaktır. Sahneye Lars Von Trier ve onun Dogma 95 Manifestosu çıkar.
2.Bölüm
 30 Nisan 1956 Kopenhag doğumlu Lars Von Trier, Kopenhag Üniversitesinde Sinema, Danimarka Film Okulu'nda yönetmenlik eğitimi aldı. Öğrenci iken çektiği Nocturne(1981), Images Of Relief(Rahatlama hayalleri, 1982) ve Liberation Pictures(Kurtuluş Resimleri, 1982) filmleri ile Münih Film Festivalinde en iyi film ödüllerini alır. Kendi yaptığı açıklamada; Sinemayı küçük yaşta sevmeye başladığını, birçok şeyi öğrenmek için dış dünyaya açılan kapı olarak gördüğünü söylemiştir. Daha 11 yaşında iken kendisine hediye edilen Süper 8 kamera ile kendi çapında filmler çektiğini bilinir. Okuldan sonra reklam filmi ve tanıtım amaçlı video klip yönetmenliği yapar. 1984-91 arası çektiği 3'leme olan Element Of Crime(Suç Unsuru, 1984), Epidemic(Salgın, 1987) ve Europa(Avrupa, 1991) filmleri ile Cannes ve Chicago Film Festivallerinde ödüller kazanır. 1998 senesinde televizyon için çektiği Medea(1998), Fransa'da Jean D'arc ödülünü alır. Gene 1994 yılında televizyon için çektiği Riget II dizisi ve daha sonra dizinin sinema filmleri ile dünya çapında büyük ün kazanır. Trier zaten başarılı ve ünlü bir isimdi. Fakat onu daha da ünlü yapan; Dogma 95 Manifestosu ve kuralları altında yaptıkları oldu.


Dogma 95 Manifestosu

 Trier, Sinemaya teknolojinin, efektlerin girmesine karşıydı. Güzel bir cümleyle, efektlerle makyajlanan filmleri istemiyordu. Özellikle Jurasic Park ve Die Hard filmlerinden sonra sinirlenen Trier, sinemanın arındırılması gerektiğine karar verir. Ona göre sinema öldürülmüştü. Sinemanın saflığının geri getirilmesi lazımdı. Bu yüzden Trier, arkadaşı Thomas Vinterberg ile bir gece, yemek masasında 25 dakikada hazırladıkları ve imzaladıkları Dogma 95 Manifestosunun kurallarına uyacaklarına yemin ederler. Trier, oluşuma destek için birçok yönetmene çağrıda bulunur, katılmalarını ister, hatta sinemanın 100. yılı adına Paris'te düzenlenen sempozyumda, tüm sinemacılara bildirme gereği duyar. Ona göre bu artık zorunluydu. Lakin yönetmenlerin çoğu Dogma 95'i red eder hatta büyük eleştirilerde bulunurlar. En büyük eleştiri ise 5. maddenin nasıl yapılacağıydı. Dogma 95, kısaca, Sinemanın saflığına önem veren, mekanikleşmeden uzak, ünlü oyuncuların olmadığı, fazlalıklardan, yani efektlerden ve abartılardan kaçınan, Fransız Yeni Dalgası ile İtalyan Yeni Gerçekçiliği'nin karışımı, belki de yeniden düzenlemiş hali olan bir oluşumdu. Uyulması gereken kesin kuralları vardı. Aynen şöyle;

  1. Çekimler stüdyo dışında yapılmalıdır. Sahne donanımı ve setler içeri taşınmamalıdır. (Hikaye özel bir sahne donanımı gerektiriyorsa, stüdyo dışında bu donanıma uygun bir mekân seçilmelidir.)
  2. Ses, kesinlikle görüntülerden ayrı olarak üretilmemelidir ya da tersi. (Sahne içinde üretiliyor olmadığı sürece müzik kullanılmamalıdır.)
  3. Kamera, elde taşınıyor olmalıdır. Elde taşınan kamera ile elde edilecek hareketlilik ya da hareketsizlikler serbesttir. (Film, kameranın durduğu yerde çekilmemeli; kamera filmin olduğu yerde olmalıdır.)
  4. Film, renkli olmalıdır. Özel ışıklandırma kullanılamaz. (Eğer çekilecek olan sahnede filmin pozlandırması için çok az bir ışık söz konusuysa, sahne kesilmeli ya da tek bir lamba kameraya iliştirilmelidir.)
  5. Optik numaralar ve filtreler kesinlikle yasaktır.
  6. Film, gelişigüzel aksiyon içermemelidir. (Öldürme, silahlar, vs. bulunmamalıdır.)
  7. Zamansal ve coğrafi yabancılaştırmalar yasaktır. (Kısaca film, şimdi ve burada geçmelidir.)
  8. Tür filmleri kabul edilemez.
  9. Film formatı 35 mm olmalıdır.
  10. Yönetmen, jenerikte belirtilmemelidir.
Ayrıca yönetmen, kişisel adlardan sakınacağına, artık sanatçı olmadığına, anları bütünden daha önemli gördüğü gibi, bir 'iş' yaratmak- tan kaçınacağına, en büyük hedefim karakterlerinden ve ortamdan gerçeği açıkça çıkarmak olacağına ve bunu elinden geldiğince ve iyi tatlarla estetik faktörler pahasına yapacağına ant içer.

 Esasında ilk başta kimse Dogma 95 ile ilgilenmez. Saçma görülür. Hatta 97 yılına kadar Trier, filmler için kaynak bulamaz. Trier, umudunu kaybetmeye başladığı, Dogma 95'ten tam vazgeçecekken  97 yılında Nordisk Film, Dogma 95 filmleri için bütçe ayırır. Soren Kraugh Jacobsen ve Kristian Levring gibi Danimarka Sinemasının önemli isimlerininin de katılması ile Dogma 95 filmleri için çalışmalar başlar. Bu kurallar çerçevesinde Trier ve Vinterberg  birçok film çeker. Thomas Vinterbeg'in çektiği Celebration(Şölen, 1997), Cannes Film Festivalinde jüri özel ödülü; Lars Von Trier'in çektiği The İdiot(Gerizekalılar, 1998) ise Cannes Film Festivalinde, Altın Palmiye ödülü alarak ödül alan ilk Dogma 95 filmleri olurlar. Bu kurallar altında çekilen, 2012'ye kadar kayıtlı gözüken tam tamına 86 film var. Trier'de Dogma 95 kurallarıyla çektiği filmler ile Danimarka'nın en iyisi olmakla kalmadı, dünyanın en önemli yönetmenleri arasına girdi. Çektiği Breaking the waves (Dalgaları Aşmak, 1996) , Dancer in the Dark(Karanlıkta Dans, 2000) ve Dogville(2003) sinema tarihinde önemli filmlerdendir. Bu filmlerle 2 en iyi Avrupa filmi, 1 en iyi yönetmen ödülü kazandı. Yakın zamanda, 2011 senesinde çektiği Melancholia(Melankoli) ile Avrupa Film Akademisi tarafından düzenlenen Avrupa Film Ödüllerinde en iyi film ödülünü aldı. Aynı organizasyonda 2 Danimarka filmine 4 ödül verilmişti.


Lars Von Trier

 Lars Von Trier, hayatı boyunca birçok film çekti ve birçok ödül aldı. Tam bir ödül avcısı denenebilir kendisi için. Fakat her zamanda tartışılan biri oldu. Başarısı asla inkar edilmese bile, kendi kurallarına uymadığı ya da yaptığı gereksiz açıklamalardan dolayı çok eleştirildi. Katıldığı 64. Cannes Film Festivali'nde Hitler'e sempati duyduğunu açıklaması ile eleştirilerin odağı olmuş, daha sonra özür dilemek zorunda kalmıştı. Kendisini araştırdığımda onun için: Kendi manifestosuna uymuyor, tükürdüğünü yalıyor, diyenler vardı. Doğru ya da yanlış, Sinema Tarihi hocam Görkem Öge, Lars Von Trier'i çok güzel bir şekilde özetliyor: "Kendisini sevmem. Ama saygı duyuyorum. Tükürdüğünü yaladı da demeyeceğim. Neden? Çünkü Dogma 95 ile Sinemaya renk kattı. Bu yaptığı çılgınlık ile birçok güzel film yapıldı, bir heyecan geldi". Şahsi fikrim, katılıyorum. Özellikle filmlerinin konuları ve türleri her daim farklı olmuştur. İzlenmesi zor, gerilimli, psikolojik hatta rahatsız edici yanları olan filmler çekti. Freud vari filmler diyebiliriz. Her zamanda seyircileri etkilemeyi başarmıştır. Benim şahsi önerilerim; Dogville ve Dancer in the Dark.

 Ne kadar Trier, Danimarka'nın en önemli ismi olsa da ülkede birçok başarılı iş yapılmıştır. Ülkede film festivallerine aday olan bir sürü film çekilmiş, çoğunu Lars Von Trier kazanmış olsa da onun dışında kazananlarda olmuştur. Gabriel Axel'in Babette's Feast'i, Billie August'un Pelle the Conqueror'u ve Susanne Bier'in In a Better World'ü Akademi ödülü almıştır.


Danimarka Film Enstitüsü

 Günümüz Danimarka’sında yerli filme ilgide bir düşüş yaşanmakta. Yabancı filmlere olan ilgi ise gün geçtikçe artmakta, senede 6-7 milyon izleyiciyi bulmaktadır. Zaten nüfusu 5.5 milyon olan ülkede bu rakam gayet iyi bence. Ülkede toplam 28'e yakın sinema salonu var. 1950'lere göre bu sayı esasında epey düşük çünkü eski dönemlerde sinema salonu sayısı belki de şimdikinin 2 katından fazlaydı. Ülkede bir sinema bileti 12 euro. Yılda ortalama 46 bin euro kazanan Danimarkalılar için bence sinema pahalı değil. Ben bu yazıyı yazarken de şuan orada en çok izlenen film bir Danimarka filmi. Enteresan da bir bilgi vereyim: Danimarka, en mutlu ülkeler listesinde 160 ülke arasında 1. sırada. Ülkede her şey istedikleri gibi. Ülkenin durumu iyi, sinemada buna paralel ilerlemekte. Avrupa'da onlara büyük saygı duyuluyor. İzlenecek bir sürü filmleri var. Sanırım, bir izleyelim dense, başlangıcı Lars Von Trier'in filmleri ile yapmak gerek, değil mi?


1 yorum: