Trier'in
Dogma 95 yılı Danimarkası
Neresinden
başlayacağımı bilemedim açıkçası. Bende yazımı 2'ye bölmeye karar verdim. İlk
bölümde Danimarka Sinemasının nasıl en büyük sinemalar arasına girdiğini,
ikinci bölümde de Danimarka denince akla gelen ismi anlatmaya karar verdim; Lars
Von Trier. O yüzden, fazla uzatmadan bu engin denizi
anlatmaya başlıyorum.
1.Bölüm
1. Dünya Savaşının
başlamasına kadar Danimarka, Avrupa'nın belki de en büyük sinemasıydı. Muhteşem
yönetmenleri, deneysel filmleri, dünyaya mal olmuş oyuncuları ile birçok
tarihçi için anlatılacak bir ders konusuydu Danimarka Sineması. Tarihler 1896'yı
gösterdiğinde, Peter Elfelt isimli bir fotoğrafçı,
Danimarka'nın ilk filmi Kørsel
med Grønlandske Hunde'yi çekti. Bu tarihi olay ülkenin başkenti Kopenhag'da
gerçekleşir. Bu filmin gösterimi ile büyük bir endüstrinin temelleri
atılır. 1906 yılında, Ole Olsen, günümüzde hala
çalışmaya devam eden Nordisk Film, film şirketini kurar. Şirket
daha çok kısa film yapmaya yönelir. Sene 1910 olduğunda film
şirketleri sayısı 10'a yükselir ve bu Danimarka sinemasının verimliliğini
arttırır. Aynı sene Nordisk Film, rekabetten dolayı kısa film çekme
politikalarını değiştirip geleceğe bakmaya karar verir.
Filmlerin sürelerinin çoğalması ile aktör sayısında
artış olur. Bu çoğalma sayesinde dünya, sinema tarihi için önemli isimlerden
birini kazanacaktır. Asta Nielsen! Greta Garbo'nun
hocası. Zamanın en büyük kadın yüzü, erkek rolünü oynayan ilk kadın, büyük
kadın hakları koruyucusu. Sırf bu kadının ismi sinema tarihçilerini
heyecanlandırmaya yeter. Asta Nielsen, Avrupa'nın ilk kadın yıldızı olur.
Daha çok güncel konulu, aşk, ihanet tarzı filmlerde oynayarak birçok insanın
kalbini çalmayı başarır. 1911 yılında, August Bloom ile
Nordisk Film kalitesinin arttırır ve filmlerini Avrupa'ya satmaya başlar. Lakin
filmlerindeki "erotik" yaklaşıma dikkat etmeleri gerekir çünkü Avrupa
bundan rahatsız olabilir hatta ileride rahatsız olacaklardır. 1913 senesinde
de, Danimarka'nın ilk uzun metraj filmi olan Atlantis gösterime
sunulur. Tabi ki yönetmeni August Bloom.
Asta Nielsen |
Greta Garbo |
1913'ten sonra Danimarka Sineması, yabancı şirketlerin
çoğalmasından dolayı kan kaybetmeye başlar. 1. Dünya Savaşının da başlaması ile
Danimarka'nın dış ülkelere film satışı azalır. Bu yavaşlamaya 1914 senesinde Benjamin
Christensen, Det hemmelighedsfulde X (The
Mysterious X or Sealed Orders, 1914) ve Hævnens
Nat (Blind Justice or The Night of Revenge, 1916) filmleri
ile birazda olsa dur der. Christensen ileri kariyerinde İsveç ve Hollywood'ta
bir sürü film çeker ama büyük bir başarı yakalayamaz. Daha sonrada Danimarka
tarihine adını yazdıracak olan Carl Theodor
Dreyer film çekmeye başlar. Amerikalı yönetmen olan D.W.Griffits'ten esilenip çektiği Præsidenten(The President, 1919) ve Blade af Satans Bog (Leaves from Satan's Book, 1921)
ile Danimarka Sinemasına katkıda bulunur. Özellikle Dreyer'ın cadılı, büyülü
filmlere ilgi gösterdiği göze çarpmaktadır. Hazır Griffits demişken, dönemin
yönetmenlerinden Holger Madsen'in,
Griffits'ten tam 10 yıl önce(The Birth Of A Nation) kamerayı hareket ettirme ya
da sahneleri farklı açılardan çekmeyi kullandığı söylenir.
Carl Theodor Dreyer |
Danimarka Sineması dönem dönem üzerinde yoğunlaştığı
film türünü değiştirir. 1929'da sesli filmin keşfedilmesi ile ondan
önceki dramın yerini komedi alır. Bununda başlıca sebebi Lorel ve
Hardy tiplemeleriydi. O dönem yapılan komediye Folk Komedisi deniyordu.
2. Dünya Savaşından sonra, Alman işgali altındaki Danimarka'nın en büyük film
şirketi olan Nordisk Film, Almanlar tarafından satın alınır.
Şirketin satılması ile de tüm yönetmenler dağıtılır. Danimarka'dan esinlenen
Almanya, kendi şehirlerinde film stüdyoları kurar. Böylece Danimarka'nın o
ihtişamlı Sinema dönemi, Trier gelene kadar, biter. 2. Dünya savaşının
sonrasında, Danimarka'da ufaktan kıpırdanmalar olur. Yeni yönetmenler, yeni
filmler. Direnişi, toplum sorunlarını işleyen filmler çekilir. Lakin başarılı
çalışmalara rağmen Danimarka Sineması, Hollywood'un gölgesinde kalır. 1950'de
yılda 50'nin altına düşen yerli film sayısı iyice azalır. 80'lere 90'lara
gelindiğinde yerli filmlerin sayısı 15'e kadar düşer. İşte bu gerileme 1995
senesinde duracaktır. 1995'te Danimarka tarihinin en büyük çıkışını
yakalayacaktır. Sahneye Lars Von Trier ve onun Dogma
95 Manifestosu çıkar.
2.Bölüm
30 Nisan 1956 Kopenhag doğumlu Lars
Von Trier, Kopenhag Üniversitesinde Sinema, Danimarka Film Okulu'nda
yönetmenlik eğitimi aldı. Öğrenci iken çektiği Nocturne(1981),
Images Of Relief(Rahatlama hayalleri, 1982) ve Liberation Pictures(Kurtuluş
Resimleri, 1982) filmleri ile Münih Film Festivalinde en iyi film ödüllerini
alır. Kendi yaptığı açıklamada; Sinemayı küçük yaşta sevmeye başladığını,
birçok şeyi öğrenmek için dış dünyaya açılan kapı olarak gördüğünü söylemiştir.
Daha 11 yaşında iken kendisine hediye edilen Süper 8 kamera
ile kendi çapında filmler çektiğini bilinir. Okuldan sonra reklam filmi ve
tanıtım amaçlı video klip yönetmenliği yapar. 1984-91 arası
çektiği 3'leme olan Element Of Crime(Suç Unsuru, 1984), Epidemic(Salgın,
1987) ve Europa(Avrupa, 1991) filmleri ile Cannes ve Chicago Film
Festivallerinde ödüller kazanır. 1998 senesinde televizyon için çektiği Medea(1998),
Fransa'da Jean D'arc ödülünü alır. Gene 1994 yılında televizyon için
çektiği Riget II dizisi ve daha sonra dizinin sinema filmleri
ile dünya çapında büyük ün kazanır. Trier zaten başarılı ve ünlü bir isimdi.
Fakat onu daha da ünlü yapan; Dogma 95 Manifestosu ve
kuralları altında yaptıkları oldu.
Dogma 95 Manifestosu |
Trier, Sinemaya teknolojinin, efektlerin girmesine karşıydı. Güzel
bir cümleyle, efektlerle makyajlanan filmleri istemiyordu. Özellikle Jurasic Park ve Die
Hard filmlerinden sonra sinirlenen Trier, sinemanın arındırılması
gerektiğine karar verir. Ona göre sinema öldürülmüştü. Sinemanın saflığının
geri getirilmesi lazımdı. Bu yüzden Trier, arkadaşı Thomas
Vinterberg ile bir gece, yemek masasında 25 dakikada hazırladıkları ve
imzaladıkları Dogma 95 Manifestosunun kurallarına
uyacaklarına yemin ederler. Trier, oluşuma destek için birçok yönetmene çağrıda
bulunur, katılmalarını ister, hatta sinemanın 100. yılı adına Paris'te
düzenlenen sempozyumda, tüm sinemacılara bildirme gereği duyar. Ona göre bu
artık zorunluydu. Lakin yönetmenlerin çoğu Dogma 95'i red eder hatta büyük
eleştirilerde bulunurlar. En büyük eleştiri ise 5. maddenin nasıl
yapılacağıydı. Dogma 95, kısaca, Sinemanın saflığına önem veren,
mekanikleşmeden uzak, ünlü oyuncuların olmadığı, fazlalıklardan, yani
efektlerden ve abartılardan kaçınan, Fransız Yeni Dalgası ile İtalyan Yeni
Gerçekçiliği'nin karışımı, belki de yeniden düzenlemiş hali olan bir oluşumdu.
Uyulması gereken kesin kuralları vardı. Aynen şöyle;
Esasında ilk başta kimse Dogma 95 ile ilgilenmez. Saçma görülür.
Hatta 97 yılına kadar Trier, filmler için kaynak bulamaz. Trier, umudunu
kaybetmeye başladığı, Dogma 95'ten tam vazgeçecekken 97 yılında Nordisk
Film, Dogma 95 filmleri için bütçe ayırır. Soren Kraugh Jacobsen ve Kristian
Levring gibi Danimarka
Sinemasının önemli isimlerininin de katılması ile Dogma 95 filmleri için
çalışmalar başlar. Bu kurallar çerçevesinde Trier ve Vinterberg birçok
film çeker. Thomas Vinterbeg'in çektiği Celebration(Şölen, 1997), Cannes Film Festivalinde jüri özel
ödülü; Lars Von Trier'in çektiği The
İdiot(Gerizekalılar, 1998) ise Cannes Film
Festivalinde, Altın Palmiye ödülü alarak ödül alan ilk Dogma 95 filmleri
olurlar. Bu kurallar altında çekilen, 2012'ye kadar kayıtlı gözüken tam tamına 86 film var.
Trier'de Dogma 95 kurallarıyla çektiği filmler ile Danimarka'nın en iyisi
olmakla kalmadı, dünyanın en önemli yönetmenleri arasına girdi. Çektiği Breaking the waves (Dalgaları
Aşmak, 1996) , Dancer in the Dark(Karanlıkta Dans, 2000) ve Dogville(2003) sinema
tarihinde önemli filmlerdendir. Bu filmlerle 2 en iyi Avrupa filmi, 1 en iyi
yönetmen ödülü kazandı. Yakın zamanda, 2011 senesinde çektiği Melancholia(Melankoli)
ile Avrupa Film Akademisi tarafından düzenlenen Avrupa Film Ödüllerinde en iyi
film ödülünü aldı. Aynı organizasyonda 2 Danimarka filmine 4 ödül verilmişti.
- Çekimler stüdyo dışında yapılmalıdır. Sahne donanımı ve setler içeri
taşınmamalıdır. (Hikaye özel bir sahne donanımı gerektiriyorsa, stüdyo
dışında bu donanıma uygun bir mekân seçilmelidir.)
- Ses, kesinlikle görüntülerden ayrı olarak üretilmemelidir ya da tersi.
(Sahne içinde üretiliyor olmadığı sürece müzik kullanılmamalıdır.)
- Kamera, elde taşınıyor olmalıdır. Elde taşınan kamera ile elde
edilecek hareketlilik ya da hareketsizlikler serbesttir. (Film, kameranın
durduğu yerde çekilmemeli; kamera filmin olduğu yerde olmalıdır.)
- Film, renkli olmalıdır. Özel ışıklandırma kullanılamaz. (Eğer
çekilecek olan sahnede filmin pozlandırması için çok az bir ışık söz
konusuysa, sahne kesilmeli ya da tek bir lamba kameraya iliştirilmelidir.)
- Optik numaralar ve filtreler kesinlikle yasaktır.
- Film, gelişigüzel aksiyon içermemelidir. (Öldürme, silahlar, vs.
bulunmamalıdır.)
- Zamansal ve coğrafi yabancılaştırmalar yasaktır. (Kısaca film, şimdi
ve burada geçmelidir.)
- Tür filmleri kabul edilemez.
- Film formatı 35 mm olmalıdır.
- Yönetmen, jenerikte belirtilmemelidir.
Ayrıca yönetmen, kişisel adlardan
sakınacağına, artık sanatçı olmadığına, anları bütünden daha önemli gördüğü
gibi, bir 'iş' yaratmak- tan kaçınacağına, en büyük hedefim karakterlerinden ve
ortamdan gerçeği açıkça çıkarmak olacağına ve bunu elinden geldiğince ve iyi
tatlarla estetik faktörler pahasına yapacağına ant içer.
Lars Von Trier |
Lars Von Trier, hayatı boyunca birçok film çekti ve
birçok ödül aldı. Tam bir ödül avcısı denenebilir kendisi için. Fakat her
zamanda tartışılan biri oldu. Başarısı asla inkar edilmese bile, kendi
kurallarına uymadığı ya da yaptığı gereksiz açıklamalardan dolayı çok
eleştirildi. Katıldığı 64. Cannes Film Festivali'nde Hitler'e sempati duyduğunu
açıklaması ile eleştirilerin odağı olmuş, daha sonra özür dilemek zorunda
kalmıştı. Kendisini araştırdığımda onun için: Kendi manifestosuna uymuyor,
tükürdüğünü yalıyor, diyenler vardı. Doğru ya da yanlış, Sinema Tarihi hocam
Görkem Öge, Lars Von Trier'i çok güzel bir şekilde özetliyor: "Kendisini
sevmem. Ama saygı duyuyorum. Tükürdüğünü yaladı da demeyeceğim. Neden? Çünkü
Dogma 95 ile Sinemaya renk kattı. Bu yaptığı çılgınlık ile birçok güzel film
yapıldı, bir heyecan geldi". Şahsi fikrim, katılıyorum. Özellikle
filmlerinin konuları ve türleri her daim farklı olmuştur. İzlenmesi zor,
gerilimli, psikolojik hatta rahatsız edici yanları olan filmler çekti. Freud
vari filmler diyebiliriz. Her zamanda seyircileri etkilemeyi başarmıştır. Benim
şahsi önerilerim; Dogville ve Dancer in the Dark.
Ne kadar Trier,
Danimarka'nın en önemli ismi olsa da ülkede birçok başarılı iş yapılmıştır.
Ülkede film festivallerine aday olan bir sürü film çekilmiş, çoğunu Lars Von
Trier kazanmış olsa da onun dışında kazananlarda olmuştur. Gabriel Axel'in Babette's
Feast'i, Billie August'un Pelle the Conqueror'u
ve Susanne Bier'in In a Better World'ü Akademi ödülü
almıştır.
Danimarka Film Enstitüsü |
Günümüz Danimarka’sında yerli filme ilgide bir düşüş yaşanmakta.
Yabancı filmlere olan ilgi ise gün geçtikçe artmakta, senede 6-7 milyon izleyiciyi bulmaktadır. Zaten nüfusu 5.5
milyon olan ülkede bu rakam gayet iyi bence. Ülkede toplam 28'e yakın sinema salonu var. 1950'lere göre bu sayı
esasında epey düşük çünkü eski dönemlerde sinema salonu sayısı belki de
şimdikinin 2 katından fazlaydı. Ülkede bir sinema bileti 12 euro. Yılda ortalama 46
bin euro kazanan Danimarkalılar için bence sinema pahalı değil. Ben bu
yazıyı yazarken de şuan orada en çok izlenen film bir Danimarka filmi.
Enteresan da bir bilgi vereyim: Danimarka, en mutlu ülkeler listesinde 160 ülke
arasında 1. sırada. Ülkede her şey istedikleri gibi. Ülkenin
durumu iyi, sinemada buna paralel ilerlemekte. Avrupa'da onlara büyük saygı
duyuluyor. İzlenecek bir sürü filmleri var. Sanırım, bir izleyelim dense,
başlangıcı Lars Von Trier'in filmleri ile yapmak gerek, değil mi?
Güzel paylaşım teşekkürler.
YanıtlaSil