edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2015 Cumartesi



“Dil telaffuz edilmiş her şeyin mırıltısıdır, aynı zamanda konuştuğumuz zaman anlaşılmamızı sağlayan şeffaf sistemdir; kısaca dil hem tarihte birikmiş tüm sözlerin meydana getirdiği olgu, hem de (Fransızca, Yunanca gibi bir) dilin bizzat sistemidir."  -Foucault
  Daha önce Yapma / Yapay Diller üzerine yazmıştım. Yüzüklerin Efendisi'nden ve Yapma Dillerin Efendisi muhteşem bir dilbilimci Tolkien'den de söz etmiştim. Yapma Diller insan zekasına bağlı olarak doğuyor. Peki doğal diller nasıl doğdu? İlk insan nasıl konuştu?Onu konuşturan şey neydi? Hiç merak ettiniz mi?

 Bu soruların cevapları kesin değil. Dilciler, dil üzerine çalışanlar kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüş durumdalar. En başta dillerin doğduğu köken üzerine tartışırken ayrılığa düşmüşler. Kimileri "Monojenist" olmuş kimileri de "Polijenist": Yeryüzündeki bütün dillerin bir tek kaynaktan çıktığını savunanlar ve dillerin ayrı ayrı kaynaklardan doğup beslendiğini düşünenler olmak üzere ikiye ayrılmışlar.

 Ben bu yazı dizisinde polijenistlerin ortaya sürdüğü görüşler üzerinde duracağım. Onların ortaya attığı teorileri sizlere aktaracağım. Çünkü dillerin doğuşu bir anlamda kelimelerin doğuşu da demektir.
"Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı ile birlikteydi ve söz Tanrı idi."
-Yuhanna İncili 1:1-29
 Dillerin doğuş teorilerinden söz etmeden önce biraz hikaye anlatacağım sizlere. İlk dilin ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Bilmemize imkan varmış gibi de gözükmüyor. Ama efsaneler ve yazılı kaynaklar bize "acaba" dedirtmeden durmuyor. Eski Yunanlı tarihçi Heredot'da bunlardan birisi. Eski Mısır krallarından biri -gayri resmi bilgilere göre I.Psamtik- en eski dili tespit etmek üzere bir deney yapıyor. Yeni doğan iki bebeği doğuştan işitme engelli bir bakıcı kadına teslim ediyor ve kadının çocukları insanın bulunmadığı bir ortamda büyütmelerini sağlıyor. İki çocuk bir süre sonra Frigce ekmek anlamına gelen "Bekos" kelimesini kullanarak ağlamaya başlıyor.



.
Hikaye ya da deneyden  yeryüzündeki en eski dilin Frigler'e ait olduğunu öğreniyoruz. Burada ufak çaplı tarihe, onların kim olduğuna dair bir yolculuğa çıkmamız gerekecek.

 Frigler; Balkanlar'dan göç etmişlerdir. Kültürlerine dair önemli efsanelerden biri 'eşek kulaklı Midas'tır. Tanrıların anası olarak kabul edilen 'Kibele'nin Frigler'in kültüründen doğmuştur.

Hep söz üzerine konuştum ve gelecek yazılarımda da devam edeceğim. İncil'de de sözden bahsediyor. Ya mana? Mana ne zaman girdi hayatımıza? Çevremizdeki her şeyi anlamlandırmaya çalıştığımız için diller doğdu. Anlamlandırıp anlatmak istedik. Yazıya döktük, alfabeler yaptık. Söz değişmedi. Öyle ki söz ile kız aldık, söz ile borç verdik. Söz esas olarak kaldı. Tanrı'nın ilhamı olan söze manayı biz yükledik. Ve şimdi sözün evreninde dolaşıyoruz.

28 Eylül 2015 Pazartesi



   Edebiyat derin bir denizdir. Boğulmamak için iyi yüzme bilmek yetmez. Cesaret, araştırma ve bitmek tükenmek bilmeyen sabır da gerekir. Bugün edebiyatı çok satanlar listesinden ibaret sananlar var ki bu çok yanlış bir kanı. Edebiyat literatürü kitaptan ibaret değildir. Bugüne kadar devam edebilen bir "Türk Edebiyatı Geleneği" varsa dergilerden ve gazetelerden doğmuştur. Tanzimat Dönemi'nde gazetelerden halka ulaşmaya çalışmakla başlar, Cumhuriyet Dönemi'nde de dergiler edebi disiplin halini alır. Varlık dergisi etrafında toplanan Garipçiler, Mavi dergisinde buluşan toplumsal gerçekçiler şimdi de blog sayfasından ders kitaplarına sızmaya hak kazanan Afili Filintalar.
Sözünü ettiğim kişiler dergi olarak güncel mizah dergileriyle yetinebilirler. Oysa kökünü "edep"den alan bu denizin nimetleri bu kadar olamaz. Oturdum en köklü edebiyat dergilerini yazdım. En kaliteli olanlarından 5 tanesini sizler için seçtim.

1) VARLIK



Varlık dergisi Cumhuriyet Dönemi ve sonrasında başarılı Türk yazarlar için bir okul olmuştur. Öyle ki eğer bu dergide herhangi bir şiirin yayımlanmamışsa henüz olmuş sayılmazdın. Orhan Veli ve arkadaşları ilk şiirlerini bu dergide yayınlamıştır. Öykücüler de öyle. Füruzan'ı bünyesine alan dergiye şükürler olsun!

Dergi Yaşar Nabi Nayır tarafından 15 Temmuz 1993'te yayımlanmaya başlar. İlk yıllarında Batı Edebiyatı çevirileriyle ve Öz Türkçe anlayışıyla görülür. Daha sonralarda birçok yerli ünlü ismin ilk eserlerin yayımlanmasıyla bugünkü kimliği oturmuştur.
Ece Ayhan, Necati Cumalı,Tarık Dursun K, Yedi Meşaleciler ve Garipçiler bu dergi ile varlık buldular.Aylık olarak devam eden Varlık dergisinin yanında Varlık Yayınları da hayatına devam ediyor.

2) TÜRK DİLİ DERGİSİ



Türk Dil Kurumu'nun 1951 yılının Ekim ayından itibaren çıkartmaya başladığı dergidir. Aylık olarak kitapçılarda yer alıyor. Daha çok dilbilim alanında makalelere yer veren dergiye senelik olarak üye olmak mümkün. Derginin yazı işleri müdürü Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın'dır. Saim Sakaoğlu, Nevzat Gözaydın,Mustafa Canpolat gibi akademisyenler dergide makaleleriyle yer alıyor.Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi iseniz ya da dilbilime merak duyuyorsanız ufkunuzun açılacağının garantisini verebilirim. Günümüzde sadece dilbilime ağırlık verse de sahaflarda bulabileceğiniz ilk sayılarında Varlık dergisi gibi Yeni Türk Edebiyat'nın temel taşlarının isimlerine de rastlayabilirsiniz.

3) VİRGÜL




1997 yılının Ekim ayında yayın hayatına başlamıştır. 2009 yılının sonuna kadar iki ayda bir yayımlanmıştır. Pusula Yayıncılık tarafından çıkan dergide eski kitaplar tanıtılmış ve edebiyat dünyasına yeni isimler kazandırmıştır. Sahafları kurcalarken karşınıza çıkarsa alın, pişman olmazsınız.


4) YEDİ İKLİM DERGİSİ





Ali Haydar Haksal'ın yayın yönetmenliğini üstlendiği dergi, 1987 yılından beri hayatına devam ediyor. Necip Fazıl, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt, Nuri Pakdil gibi isimler dergiye yazılarıyla destek vermişlerdir.1987 yılından 1989 yılına kadar 24 sayı yayımlamış olan dergi; 1991 yılı itibariyle farklı bir çizgiyle yayın hayatına geri dönmüştür.


5) HECE / HECE ÖYKÜ DERGİLERİ



15 Ocak 1997 yılından itibaren yayın hayatına devam ediyor.Aynı isimle yayınevi de mecvut. Öyküye ağırlık vermesi sebebiyle HECE ÖYKÜ olarak çıkan diğer dergi iki ayda bir kitapçılarda öyküseverlerle buluşuyor.


BONUS : ŞİZOFRENGİ DERGİ





Deliliğimizin meşru kılındığı yeryüzünün en tatlı dergisi. 1992 yılında yayın hayatına başlıyor. Psikoloji ve psikiyatri konulu olsa da sanatkarane dili, yazıların edebi tadı bu listede yer almayı hak ediyor. Dergi kapanalı 23 yıl geçmiş olmasına rağmen www.sizofrengidergisi.com ' da bütün sayıları bulabilirsiniz. Fatih Altınöz'ün bütün çapulculara armağan ettiği bu siteyi gözden geçirmeyi unutmayalım.

Dergiden bir tadımlık :

"Arzettiğim gibi,hikmetinden sual olmayan Ulu Tanrım,bendeniz aklımın ne işe yaradığını pek anlamıyorum.Bana kör barsak gibi rudimenter bir takıntıymış gibi geliyor.Onun için istirham ederim efendim:Siz bize iyisi mi hayırlısıyla,tez zamanda münasip bir bunama lütfediniz,efendim.

Durumu görüş ve onaylarınıza saygılarımla Arzederim,Tanrım.''Ali Babaoğlu/Şizofrengi 92 

27 Ağustos 2015 Perşembe


"Akşam, yine akşam, yine akşam

Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde sema kavs-i mutalsam!
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!"
AHMET HAŞİM / 1921

     Kızıllığın şairi Ahmet Haşim, o zamanlar Osmanlı topraklarında olan Bağdat'ta doğmuş. Unutulmuş coğrafyada doğmanın laneti peşini hayatı boyunca bırakmamış. Arkadaşları tarafından "Arap Haşim" diye dışlanırken o, Çanakkale Savaşı patlak verdiğinde kimseye söylemeden koşa koşa cepheye gitmiş; belki de onlardan daha büyük bir vatanperverlikle savaşmış.
Haşim'in ailesi yaşadığı dönemin ileri gelenlerinden olsa da kaymakam babası yüzünden eğitimi düzenli değildir. Ta ki Galatasaray Lisesi'ne gelene kadar...
Ne kadar coğrafya değiştirirse değiştirsin Bağdat şiirlerinde hep vardır. Bazen açık açık Dicle kıyılarında dolaşan Haşim, bazen onu çağrıştıran semboller kullanır. Türk Edebiyatı için öneminden söz etmeden önce onun trajedisinden söz etmek istiyorum: Hastalığı yüzünden erkenden kaybettiği annesi.

    Haşim annesini 12 yaşında kaybetmişti, yani ona en çok ihtiyaç duyduğu dönemde. Artık anne onun için Dicle kıyılarında gezinti yaptığı bir kadından çok şiirlerinde yer verdiği ilaheydi. Bu yüzden şiirlerini açıklarken mutlaka bir yerlerde annesini anımsatacak bir şey arıyoruz, ki genellikle de buluyoruz. Aslında Haşim şiirlerinin açıklanmasına karşı. "Şiirde anlam aranmaz, şiiri oluşturan güzelliktir, ruhtur, estetiktir, duygudur; anlam değil!" der."Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" adlı makalesinde de bu konudan uzun uzun söz eder.


    Eğitim hayatına geri dönelim, Mekteb-i Sultani ( Galatasaray Lisesi ) onun düzensiz eğitim hayatının son durağı olur. Yatılı olarak devam ettiği okulda döneminin en ünlü şair-hocalarından ders alır. ( Tevfik Fikret, A. Hikmet Müftüoğlu vb. ) İlk şiirini yazması da bu döneme denk gelir. Fecr-i Ati topluluğunun sadık bekçisi "Leyal-i Aşkım" ı Mecmua-i Edebiyye'de yayımlar. Şiirde açık şekilde Divan Edebiyatı etkisi görülür. Kırmızı renk Şeyh Galib'ten etkilendiğini gösterir. Okulun son sınıfında Fransızca öğrenir. Hayal dünyasındaki değişim böyle başlar. Haşim, yaşadığı evreni farklı şekilde görür. Onun dünyasındaki renkler önce Servet-i Fünun etkisiyle mavi ve sonra siyah olsa da olgunlaştıkça kırmızı ve sarıya döner. Bağdat'ın sıcağı gündüz yüzü göstermez Haşim'e. Akşam ve akşam kızıllığı bu yüzdendir. Hatta, 1921 yılında yukarıda alıntıladığım "Bir Günün Sonunda Arzu" şiiri yayımlandığı zaman kıyametler kopar. Göllerde kamış olma isteği şiirde yer alabilir mi? Bir insan neden akşam vakti gölde kamış olmak ister ki ?
Tartışmalar büyür, Haşim açıklamak için "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" makalesini yazar. Ama kimse anlamaz şiirdeki yok olma isteğini. Haşim'in doğada kaybolmayı dilediğini duyumsayamazlar. Eleştirenlerin ilgilendiği şey "anlamsızlığı"dır. Oysa şiir anlamsız değildir! Sadece Haşim'in anlayabileceği derinliktedir.
Her şeye rağmen edebiyata yeni bir soluk getirir o, çağdaş şiirin hayallerinin temellerini atar. Fecr-i Ati'den teker teker ayrılıp Milli Edebiyat akımına karışan yol arkadaşlarının tersine o 'anlamsız' şiirler yazmaya devam eder. İlaheleriyle kırmızı semaya bakarak göl kıyısındaki kendi evreninde dolaşır.


"Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak"

    Düzyazıları da vardır kendisinin. Ama ne hikmettir ki bambaşka bir Haşim vardır orada. Duygusal Haşim'den eser yoktur. Bir yazısında, süslü uzun küpeler takıp kürk giyen kadınlara bodur tavuk yakıştırması yapar. Ayrıca çalışan kadınlara da tahammül edemez. Çünkü kadınlar gittikçe erkeklere benzemekte ve çirkinleşmektedirler.

Tırnaklarını uzatıp sivrilten ve vücudu baştanbaşa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki insandan başka bir hayvana benzemek için uğraşıyor. Kadınlarda bu insan şeklinden uzaklaşma eğiliminin sebebleri ne olsa gerek? " ( BİZE GÖRE / Kürk )

    Hazır kadından söz açılmış, yazımın sonlarına da gelmişken, biraz çapkın Haşim'den söz etmek istiyorum. Şair hayatının son dönemlerinde, sırf arkasından ağlayan biri olsun diye arkasında gözü yaşlı bir kadın bırakmak için evlenir. (Kendi açıklaması bu şekilde). Gençlik dönemlerinde Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Estetik ve Mitoloji hocalığı da yapan Haşim estetik kaygısı olan bir insandı. Bir gün sevgilisiyle buluşmaya gider. Gözüne sevgilisinin taktığı broş takılır. Ona göre çok zevksiz bir parçadır. O broşu çirkin bulduğu için sevgilisini terk eder. Estetik kaygısının ilk vakası olmadığı gibi son da olmaz. Bir başka olay şu şekilde anlatılır: Nişanlısının evine yemeğe davetlidir. Akşam yemeği yenir her şey güzeldir. Yemekte dolma vardır, Haşim yemeği çok beğenir. Yemek biter evine doğru gitmek için hazırlanırken kayınvalidesi eline içinde dolma olan bir poşet tutuşturur.  Klasik Türk misafirperverliği değil mi? Haşim için değildir. Çünkü Beyoğlu'nu elinde poşetle dolaşmak zorunda olması hiç estetik değildir. Bu da nişanı atması için gerekli sebeptir.

    Küçükken Arapça dışında dil bilmediği için dışlansa da, o Türkçe'nin en güzel şiirlerini yazdı. Sembolizm dışında Empresyonizm ve Parnasizm akımı dahilinde eserler verdi. En güzeli, akşam güneşine yazılan şiirlerin hiçbiri onun şiirleri kadar güzel olmadı.

7 Ağustos 2015 Cuma

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde dil dersleri dilin tanımıyla başlar ve gelecek konular bu temelle devam eder. Muharrem Ergin dilin canlı bir varlık olduğundan söz eder. Canlı varlık olması demek, dilin konuşulması yani yaşamasıdır. Yaşarken de kendini yenilemesi demektir. Kendini yenileme insanların sürekli gelişen ve hiç bitmeyecek farklı ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle olur. Bir şeyler aktarmak olduğu gibi bir şeyler gizlemek de insanın ihtiyacıdır.

Bir şeyler gizleme ihtiyacı dile yansırsa ;

Doğal diller olduğu gibi yapay diller de vardır. Yapma dil insan eliyle yaratılmış dil demektir. Halk tabiriyle konuşursak: Uydurma dil. 16.yy 'da insanın bir şeyler saklama ihtiyacı yeryüzündeki ilk yapma dil Baleybelen'in ortaya çıkmasını sağlar. Gülşeni tarikatından Muhyi Gülşeni, halktan bazı bilgileri saklamak amacıyla Baleybelen'i oluşturur. Baleybelen "dilsizlere dil veren" anlamındadır. Din ve dünya görüşü, geçerli anlayışla çeliştiği zaman ortaya çıkacak rahatsızlıkları gidermek için bir şeyleri gizlemeye ihtiyaç duyar. Muhyi, yarattığı dile bu fonksiyonu yükler. Özel dili oluşturma sebepleri vardır. Tarikata bağlı biri için "Sufilikte yüksek bilginin sadece ehli arasında paylaşılması gerektiği " kuralı geçerlidir. Yani, Muhyi'nin, bağlı olduğu tarikata ait bilgilerini edindiği disiplin gereğince halktan saklaması anlaşılabilir.

Muhyi, ilk yapma dili oluştururken detaylı çalışmalar yapmıştır. Hatta bunun için gramer oluşturmuştur. Türkçe'yi temel alarak yapmıştır çalışmasını. Yazıları ilk kez görenler, Osmanlı Türkçesi ile ( Arap harfleriyle) yazıldığı halde okuyamamışlar. Baleybelen'i bize tanıtan Mustafa Koç olmuştur. Meraklısı için Baleybelen ile yazılmış metinler ve Mustafa Koç'un dil üzerine çalışmalarıyla ilgili dolu eser bulunmakta piyasada.

Dünyada Yapma Diller ;

İlk yapma dil, bilgileri saklamak amacıyla oluşturulsa da demek ki dünyada hala iyi niyetli insanlar varmış ve  böylelikle "anlaşmak" için dil oluşturmuşlar. Mesela Esperanto, ortak ticaret dili kullanabilmesi ve ticaret yaparken anlaşabilmesi için İngilizce temel alınarak oluşturulmuş. Bunu; cümle dizilişi, kelime çekimlerinin vs İngilizce'ye benzemesinden anlayabiliriz.

Anlayamayanlar için şöyle anlatayım, çocukken mutlaka kimse günlüğünüzü okumasın ya da yazışmalarınızı anlamasın diye başka bir sembolle ya da harflerin yeri değiştirilmiş şekilde bir şeyler karaladınız. "Ali ata bak " yerine "ia taa kba" şeklinde bir şeyler yazdınız. Bu da basit düzeyde bir yapma dil kabul edilebilir.

Konumuza dönelim, yeryüzünde sadece Esperanto yok. Volapük var, İdo var. Hatta işin güzel yanından söz edeyim size: 2003 yılında URBAN TRAD isimli grup Eurovision şarkı yarışmasında yapma dil ile Belçika'yı temsil etmiştir. Şarkının adı da Sanomi'dir.

Kıymetli dilimiz Elfçe 



J.R.R. Tolkien, fantastik edebiyatın zeki adamı. Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi gibi efsanevi kitapların yazarı klasik dil eğitimi almış. Ve oturmuş Elfçe'yi yaratmış. Orta Dünya sakinlerinden Elf'leri konuşturmuş. Tolkien'in zekiden de öte dahi olması yarattığı yapma dilin güzelliğinde gizli.


Dahi adam, aldığı klasik diller eğitimi sayesinde Elfçe'yi yapma dil statüsünden kurtarmış, doğal dil özelliği kazandırmıştır. 

Doğal dil ile yapma dil arasındaki farklardan birisi de dilin bir aileye mensup olmasıdır. Yapma dilin bir geçmişi yoktur. Oysa Elfçe öyle değildir. Quenya ve Sindarin diye iki kola ayrılır. Doğal olarak aynı cümlenin iki farklı söylemi oluşur. Tolkien, Elfçe'yi doğal dil gibi oluşturur. Zaman çekimleri tarihe göre farklılık gösterir. ( Türkçe'de kullanılan "geleyazmak" ile "gelmek üzere" kelimeleri gibi ) Dil evrim geçirmiş, zaman içinde değişmiştir. Elf'lerin kendi alfabesi Tengwar'da c ve k aynı sesleri karşılar. Tolkien bazen c bazen de k sesi kullanır. Bu da kelime çözümlemede bize ter döktürür. Ufak bir ekleme: Dilin gelişimi Tolkien'in ömrü vefa etmediği için durmuştur. Bu yüzden Elfçe öğrenmeye kalkınca doğal olarak bir yerlerde çıkmaza giriyoruz.




Bir dilci olarak olaya duygusal yaklaşıyor olabilirim. Ama fantastik bir metin yaratmak zeka gerektiren bir iştir. Bir de fantastik dünya için fantastik dil oluşturmak, bu dile akraba dil bulup kelime alışverişine sokmak... Bu anca Tolkien gibi zeki kelimesinin yetersiz kaldığı yiğitlerin harcıdır.  

Gizleme ihtiyacı, ticaret yapma isteği ve eski İskandinav mitolojisinin beyaz perdeye kusursuz aktarımı... Görüyorsunuz hayat edebiyat olmadan biraz boş sanki. 

Bir başka yolculukta görüşmek üzere.