film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2015 Pazartesi



İnsanın bir filmden alacağı zevk, beklentisiyle ters orantılı. Daha sonra izlediğinizde zevk alabileceğiniz, belki başyapıt diyebilecekleriniz yanlış zamanda, yanlış yerde hatta bazen yanlış kişilerle izlendiğinde aynı etkiyi yapamayabiliyor.
Başlamadan önce Do The Right Thing'den ne beklediğinizi bilmiyorsanız eğer -benim gibi- filmde olaylar ilerleyene kadar kapatmayı düşünebilirsiniz. Hatta roman gibi günlere bölmeniz de olası. Filmlerdeki klasik olay örgüsü biraz geç başlıyor Do The Right Thing'de. 
Spike Lee, elimizden tutup Korelisinden Porto Rikolusuna, siyahisinden beyazına kadar kimsenin kardeşçe yaşayamadığı ama tahammül etmeye çalıştığı mahallesine bırakıyor. Uzun bir süre boyunca insanları tanımaya, mahalleyi öğrenmeye çalışıyoruz.İtalyan kökenli pizzacılar, çalıştığı pizza dükkanındaki hall of fame duvarına kendilerinden de asılmasını isteyen siyahi arkadaşları ve beyaz patronu arasında kalmış kurye Mookie, mahallenin ayyaşı The Mayor, Mother Sister, Radio Raheem...
Spike Lee olayları başlatmadan önce karakterleri ve çevreyi tanıtmak için o kadar emek harcamışsa emeğe saygı boynumuzun borcu.Başrolümüz ve kendisinin hayat verdiği Mookie karakteri tam bir orta yolcu.İşini, sevgilisini, çocuğunu, arkadaşlarını idare eden bir adam.Kimseyle gerektiğinden fazla yüz göz olmayan, konu geldiğinde patronunun ırkçı oğluna da patronuna da posta koyabilen birisi.Hikayedeki tek soğukkanlı adam diyebiliriz.





Filmimizin sonundaki o esas olayın ana karakterlerinden pizzacı Sal, oğulları Vito ve Pino. Vito daha saf ve abisi tarafından kullanılmaya hazırken Pino da tam tersi olarak etrafındaki insanları kontrol etmek isteyen, ırkçı, kardeşine gösterdiği şiddet zaman zaman psikolojik olmaktan çıkıp fiziksel şiddete dönen ama kendi içinde haklı olan bir insan. Baba ve aynı zamanda patron olan Sal, yıllarını manipülatif oğluyla geçirmiş, büyük bir sorun yaşamamış ve çevresindeki insanlarla mutlu bir ilişkisi olan adam. Küçükken pizza verdiği çocukların büyümesi bile onu mutlu edebiliyor.




Son olarak mahallenin gençleri. Diğer filmlerden gördüğümüz kadarıyla sıradan getto çocukları denebilecek kişiler. Okumuyorlar, çalışmıyorlar, yaptıkları aylak aylak dolanıp birbirlerine malzeme çıkarmak, etraftaki insanları rahatsız etmek. Bazen gariban, yaşlı The Mayor'a sarıyorlar, bazen mahallenin sayılı beyazlarından olan sporcu adama. Bütün bu küçük sürtüşmeler her ne kadar büyük bir sonuca ulaşamasa da gençlerin ne kadar kolay galeyana gelebildiğini gösteriyor filmimiz. İnsanlardaki gerilim ve birbirlerine karşı tahammülsüzlükleri yavaş yavaş artıyor ve bir anda sinirler boşalıyor. Bu gençlerin arasındaki iki kişiyi de özellikle belirtmekte fayda var; Buggin Out ve Radio Raheem. Buggin'in bütün işi problem yaratmak. Sal'ın dükkanında hiç siyahi portresi olmamasını sorun edip olay çıkartabilecek, en ufak olayı büyütmek için fırsat kollayan biri. Kendinden zıt karakterli Mookie'nin en yakın arkadaşı. Ve Radio Raheem. Kişiliği her ne kadar sessiz olsa da hiçbir zaman susturmadığı radyosu yüzünden kendi sonunu hazırlayan bir başka dik kafalı mahalle çocuğu.




Nihai olayın başlangıcı Buggin'in Radio Raheem'i kafalamasıyla başlıyor. Pizza almaya radyosuyla gidip olay çıkartan Raheem, Buggin tarafından kolayca kafalanıyor. Mahallenin zihinsel engellisini de alıp gidiyorlar Sal'ın dükkanını basmaya. Raheem radyosuyla, Buggin çenesiyle gariban Sal'i kendi yerinde tefe koyuyorlar. Az önce Sal'in pizzaları için ölen mahallenin delikanlıları şiddetin dozunu arttırmaya karar veriyor. Raheem radyonun sesini daha da yükseltince Sal kontrolden çıkıp beyzbol sopasıyla Raheem'in her şeyi olan radyoyu parçalıyor. Bir anlık şaşkınlıktan sonra gözü dönen Raheem, Sal'in gırtlağına yapışıyor. Sonrası polisler, Raheem'in yakalanması ve bütün mahallenin gözünün önünde boğularak öldürülmesi. Raheem'in biraz önce öldürmek için Sal'in yakasına yapışması mahallenini gözünde Raheem'in haklılığından değer kaybettirmiyor. Mahalle sakinleri sinirlerini doğrultacak birini ararken aşırı sakin adamımız Mookie tek bir laf ederek onlara önderlik ediyor. NEFRET. Mahallelinin nefretini Sal'e ve oğullarına yansıtmasındansa bir çöp kutusuyla pizza dükkanının camını kırıyor ve sinirlerini boşaltmaları için onlara bir yol gösteriyor. Yoksa biri bin yapan, Raheem'in polis tarafından öldürüldüğüne tanık olan mahalle sakinlerinin Sal'i öldürmesi işten bile değil. Sal'in dükkanını yakıp yıkan halkın içindeki nefret dolu enerji azalıyor ve mahallenin Asyalı bakkalını rahat bırakıyorlar. Spike Lee, insanların hızla galeyana gelip saman alevi gibi söndüğünü göstermek istemiş olmalı.



Bir gün sonra Mookie, kalan parasını almak için Sal'in yanına gidiyor. Sal'in şikayeti her ne kadar kaybettiği emeği, yılları olsa da Mookie işin daha pragmatist tarafında. Tamam sen dükkanını kaybettin ama sigortan var ve benim sayemde hayattasın, şimdi paramı ver diyor kendince. Sal haklı olarak olaya duygusal yaklaşıp Mookie'ye parasını küçük düşüren yollardan vermeye çalışsa da Mookie sorun etmeyip yoluna devam ediyor.
Do The Right Thing, politik sayılabilecek bir konuya değilse de siyasi bir film de değil. Olaylara bütün ülkeyi kapsayacak kadar yukarıdan bakılmıyor ama bütün ülkenin kalbinden, mahalleden anlatılıyor. Spike Lee; keskin zekasını kullanarak ayrımcılık konusunda doğru şeyi yapmış görünüyor.



1 Ekim 2015 Perşembe


Bir ekşi yazarının Banksy için dediği bir şey vardı:
''Bırakılsa sabaha kadar yazabilecek olmam, başkalarının bilmediklerini bilmemden değil, kendisine olan sevgim ve saygımdandır.''
 Banksy'nin yönetmenlik koltuğuna oturduğu bu filmde; Thierry Guetta isimli eski kıyafetlerin satıldığı bir mağaza sahibi olan ve her anını kameraya kaydeden bir adam konu ediliyor. Annesinin hastalığını küçükken çevresindekilerin ondan saklamasından ötürü hayatındaki detayları kaçırmamak adına içinde kameraya karşı bir tutku başlamış. Herşeyi kayda almasının sebebi olarak bunu düşünüyor ki bu da mantıklı bir sebep.

Kuzeni Invader lakaplı sokaklarda piksel yapıştırmaları ile ünlenen bir sanatçı. Sanat eserlerinin müzelerde para karşılığında gösterilmesine tepki vermek için buna bulaştığını söylüyor. Space Invader isimli atari oyunu ise esinlendiği ilk şey. Genelde çizgi filmlerden ve oyunlardan esinlenerek yaptığı çalışmaları; başta Paris'i olmak üzere dünyanın çoğu sokaklarını süslemektedir. Hepsi çocukluğumuzdan hatırlayabileceğimiz, tebessüm etmemize sebep olabilecek çalışmalar.





Havuç olması gerekmiyor muydu? Neyse.




Invader ile sokaklara çıkmaya başlayan Thierry,  duvarlara bunları yapıştırırken ve çizerken bunun videosunu çekiyor. İşte bütün hikaye burada başlıyor. Ne polisten kaçmadıkları ne de yakalanmadıkları kalmıyor. Bu da onda tıpkı kamera gibi bir tutkunun daha başlamasına vesile olmuşken aynı zamanda Shepard Fairey ile de tanışmasını sağlıyor. 


Shepard Fairey, Barack Obama'yı henüz senatör ve hiç kimse tanımazken uluslararası bir yüz haline getirmişti. Ünlenmesine sebep olan tasarımlarından biri de budur. Günümüzde birçok eşyanın üzerinde görebileceğimiz ''obey'' yani türkçe anlamıyla ''itaat et'' kelimesinin gündeme gelmesine neden olan kişi Shepard'tır. 

İnsan gerçekten hayret ediyor. 


İmzası haline gelen bu ''Obey'' ismini, kullandığı ilk eserinde Fransız güreşçi Dev Andre'den esinlenmiştir. Çalışmalarında genelde kapitalizm, savaş karşıtı cümlelere ve siyasi liderlerin, müzisyenlerin, değerli sanatçıların resimlerine yer veriyor. Hatta Atatürk adına bile yaptığı bir çalışması vardır.







       

Shepard ile adrenalini daha çok hissetmeye başlayan Thierry, günden güne birçok graffitici ile tanışır. Onları işlerinin başındayken çekmek ve o anı yaşamak nefes almasına neden olan tek şey gibi gelir. Bunlardan bir an bile kopamaz. Bir sanat belgeseli çekmeye karar verir fakat asıl onu bekleyen şeyden bihaberdir. Hayatını değiştirecek olan kişiden; Banksy'den. 

Bir anda Banksy'nin eserleri dünyanın her bir duvarında, yaptığı şeylerse tüm haberlerde çıkmaya başlar. Bu eserlerin sahibinin ne yüzünü ne de adresini kimse bilmemektedir. Bu sebeple daha da ilgi çeker. Eserleri genellikle kapitalizm ve savaş karşıtı düşüncelerin anlatıldığı türlerdendir. Tükettiğimiz ürünler ise en sevdiği darbeleri olsa gerek. Modern Sanat, Andy Warhol'dan sonra ilk kez ciddi anlamda böylesine ilgi çekmeye başlar. Banksy'nin Modern Sanat'tan önce Sokak Sanatı adına birçok insana öncü olduğunu düşünüyorum. Tabii ki ondan önce de birçok sokak sanatçısı vardı fakat onun yaptığı eserler diğerlerine: ''Hadi artık cesaretlenme zamanı!'' demek gibidir. Yaptığı şeyi ''Vandalizm'' olarak adlandıran kişiler de var. Bunun Banksy'i üzeceğini pek sanmıyorum.

Thierry'nin Banksy'i duyma anı ise bir haberde önemli bir sanat müzesindeki eserleri değiştirip yerine kendi eserlerini koyan kişinin gündeme gelmesiyle olur. Thierry, bu yapılan şeyin oldukça çılgın ve bir o kadar da mantıklı olduğunu düşünür. Onun bu tutkusunu doyurabilecek tek kişi vardır ki o da bu kişidir. 


Zamanla Banksy adı tüm kulaklarda çınlar hale gelir. Hatta onun eserlerinin yapıldığı duvarlar sanat galerilerinde halka sunulur ya da açık arttırmayla satılır. Batı Şeria Duvarı'nda yaptığı eserle tüm haberlere çıkar. İsrail ile burun buruna gelen Banksy, savaş olduğu kadar umut da vardır der adeta. 

                                                   

Alışılmışın dışında bir tasarım olarak yaptığı telefon kutusunu sokağın ortasına bırakır ve bu kutu açık arttırma ile yüksek bir rakam karşılığında satılır.  


Bunları sadece televizyondan izleyebilen Thierry, artık Banksy ile tanışmanın vakti geldiğini düşünür. Onunla röportaj yapabilmek için yanıp tutuşmaktadır. Bunu Shepard ile paylaşır fakat Shepard ona ulaşmanın çok zor olduğunu söyler. İçinde onunla tanışabileceğine dair bir his oluşur. 

Bir gün bir telefon gelir. Arayan kişi yanında Banksy'nin olduğunu ve Los Angeles'ta Banksy'e yardım edecek birini aradığını söyler. Thierry bunu duyar duymaz yapbozunun son parçasını bulmuş gibi sevinir ve hızlıca yanlarına gider. Banksy'nin her adımında yanında olur. Sokaklarda her anında yardım eder. Çatıya tırmanması gerekse dahi tırmanır. Çünkü bu onu özgür hissettiren iki tutkusundan biridir. Bir süre sonra Banksy onu Londra'ya davet eder. İşlerini birinin çekmesinden hoşlanmaya başlamıştır. Birine güvenmek istediğinin farkına varır. Thierry, eve kısa süreli döndüğü vakitlerde kendisinin kamera ile birlikte çekilmiş bir fotoğrafının zeminini saydamlaştırıp bunu çoğaltarak Paris duvarlarına geçirmeye başlar. 

Neredeyse en tehlikeli işlerinden biri Disneyland'a şişme bebek bırakmasıdır. Şişme bebeğin neresi kulağa tehlike geliyor diye düşünebilirsiniz. Banksy, Londra'daki sergisinin hazırlığını yaptığı sıralarda Guantanamo'da terörist olma şüphesiyle hapishanede yatan tutuklular vardı. Bu mahkumların giydiği turuncu bir kıyafeti vardı. Şişme bebeğe de aynı kıyafeti giydirir. Ardından onu Disneyland'ın en işlek fotoğraf çekilen yerlerinden birine koyar. Bunu çektiğini görünce polisler Thierry'i sorguya alırlar ancak o zor da olsa polislerden bir şekilde kurtulur. 


Thierry'nin artık çektiği videoları kurgulayıp belgesel haline getirme zamanı gelmiştir. Uzun süre bununla uğraşır. Hayatın Uzaktan Kumandası adlı filmini Banksy'e götürür:
''Londra'ya gelmek istediğini çünkü filmin bitmek üzere olduğunu söyledi. Yanıma geldi ve DVD'yi uzattı. İşte bu kadar. Film neredeyse bitti. O noktada, Thierry'nin aslında bir sinemacı olmadığını anlamıştım. Sadece elinde kamerası olan akli dengesi yerinde olmayan biriydi. Film bir türlü bitmek bilmiyordu. Bir buçuk saatlik kabus gibi izlenemeyen bir fragmandan ibaretti. Aslında elinde uzaktan kumandasıyla duran  dikkat bozukluğuna sahip birinin kablolu televizyondaki 900 kanalda sürekli zap yapmasından ibaretti. Ona hayatımda böyle bir şey görmediğimi söyledim. Yalanım da yoktu. Birisi sana eserini gösterir ama aslında o eser bomboktur. İşte bu gibi korkunç bir durumla karşı karşıyaydım. Nereden başlasam bilemedim.''
Bunun sonucunda Thierry'nin çektiği videoların ziyan olmaması gerektiğinin farkına varır.  Çünkü bu görüntüler Sokak Sanatı adına çok önemli şeyler taşımaktadır. Thierry ile bir antlaşma yapar. Ona posterler verir. Evine dönüp biraz sanat eseri yapmasını söyler. Hatta küçük bir sergi bile açabileceği konusunda ümitlendirir. Thierry büyük bir heyecanla bu işe sarılır. Çoğu kez Andy Warhol, Banksy, Shepard Fairey'den esinlendiğini büyük bir ölçüde belli eden bir ton çalışma çıkarır. Büyük bir ekip kurar. Fakat bir şeylerin eksik olduğunu düşünür; reklam gibi şeylerin. Shepard ve Banksy'den kendisiyle alakalı bir yazı yayınlamalarını ister. Bunun sonucunda Thierry'nin çalışmaları büyük bir patlama yaşar. Daha sergisi açılmadan bile insanların ağzından adını duymaya başlar. 



Kendisine bir takma isim de bulur: Mr.Brainwash!(Bay Beyin Yıkama) Shepard bu olaya pek ılımlı bakmaz. Ki burada haklı olduğunu düşündüğüm noktalar da var. Banksy, Thierry'e bunu yapmasını söylemese Thierry bu işe kalkışır mıydı, emin değilim. Ekibinin çoğu da ondan nefret etmiş durumdadır. Belgesel boyunca onun hakkında kötü yorumlarda bulunuyorlar. Benim için Mr. Brainwash'in yaptığı şey tam olarak da Banksy'nin tanımladığı gibi.
"Thierry'nin sokak sanatına olan takıntısının onu bir sanatçıya dönüştürme fenomeni ve birçok enayinin bunu yutması kısa bir sürede pahalı fiyatlara birçok eser satması antropolojik olarak, sosyolojik olarak büyüleyici bir şey.''








Sergi sonrası büyük dikkat çeken Mr.Brainwash, kendi çapında bir üne kavuşur. 2009 yılında Madonna'nın Celebration adlı albümünün kapağını bile tasarlar. O erdi muradına, biz çıkalım kerevetine. 



Gelelim bu belgeselin en önemli detaylarından birine. Böyle adlandırmak yanlış olur fakat bu detaylar filmi gizemli bir hale getiriyor. Kimilerine göre bu gerçek bir hikayenin belgeseli yani mockumentary, kimilerine göre ise tamamen kurgulanmış bir film. Thierry'nin öylesine büyük bir sergi yapmadığını söyleyen insanlar da var. Buna karşılık Thierry'e ait olduğu söylenilen görüntülerin canlılığı ve gerçekliği bunu gölgede bırakabiliyor. Shepard ise röportaj verdiği bir dergide belgeselin gerçek olduğunu ifade ediyor. Eğer denildiği gibi her şeyin kurgudan ibaret olduğunu düşünürsek Banksy bu film ile bir yerde yine eleştirisini yapmak istemiş olabilir ki bu da kulağa mantıklı geliyor. Tıpkı ''Obey''in anarşizm ile alakalı bir simgeyken sonradan giyim markalarına düşmesi gibi. Av biz miyiz yoksa Banksy mi, kararsızım. Bu çelişkinin uzun bir süre tartışma konusu olarak kalacağı kesin. 

Uzun lafın kısası, Graffiti ile alakanız bile yoksa izleyebileceğiniz bir film. Filmde çoğu ismi duyuyorsunuz ve film bittikten sonra isimlere biraz göz gezdirmeniz graffiti konusunda bilgi edinebilmeniz için yeterli olabiliyor.

16 Eylül 2015 Çarşamba



1. Distopia Sineması, filmin gerçekleştirileceği teknik malzemelere değil hikayeye önem verir. 

2. Hikaye, harfi harfine uygulanmayacak olsa da senaryo formatında hazırlanır, ama tercihen herhangi bir değişikliğe, filmin çekimleri sırasında dışarıdan gelecek etkilere açık bir metin olmalıdır.

3. Özel efektler hikayenin işleyişi içinde haricen kullanılmalıdır. Yani şaşırtmak (aptallaştırmak) için değil filmin gelişimini iyileştirmek için gerekli olduğunda kullanılmalıdır. 

4. Ekipman ve bütçe, çekimler için bir engel oluşturmamalıdır. Teknik malzemeler kolay bulunabilir olmalıdır. Sinema yapmak parayla rekabet etmek değil yapım masraflarını olabildiğince iyiye götürmek anlamına gelir.

5. Sette oyuncuların doğaçlamalarına durumları daha gerçekçi anlatmak adına büyük yer verilmelidir. 

6. Çerçevelerin kullanımında sınır yoktur, sabit plan sekans, öznel, dışsal olabilir ama yönetmen kurgu aşamasını ve filmin bütününde verilmek istenen ritmi düşünerek çekim yapmalıdır. 

7. Bu harekete taraftar olanların üç temel vazgeçilmez kurala saygı göstermeleri gerekir: 

DUYGU, ÖZGÜRLÜK, AKSİYON.




15 Eylül 2015 Salı



Sizin için sinema bir gösteridir.
Benim içinse hemen hemen bir dünya görüşü.
Sinema devinimin iletimidir.
Sinema edebiyatın yol açıcısıdır.
Sinema kabul görmüş estetiğin yıkıcısıdır.
Sinema yürekliliktir.
Sinema amatör ruhtur.
Sinema işlevsel olarak düşünceler yaratır.
Lakin sinema artık hastadır.
Gözleri kapitalizmin ''altın tozu'' ile kör edilmiştir.
Kumarbaz yapımcılar sinemayı istedikleri şekilde yönlendirirken sıradan ve acıklı öykülerle yürekleri sızlatarak üst üste para desteleri yığmaktalar.
Artık sona ermeli bu!
Komünizm sinemayı bu vurguncuların ellerinden kurtarmalıdır. 
Fütürizmse yerleşik ahlakın ve çarkların hantal işleyişinin durgun suyunu buharlaştırmalıdır.
Yoksa Amerikan ithali zırvalıklara ya da Mosjovkin'in yaşları dinmeyen gözlerine mahkum olacağız. 
İlki can sıkıcı diğeri daha da beter!

12 Eylül 2015 Cumartesi

1) Francis Ford Coppola


Bellyboy and the Playgirls adlı üç boyutlu bir porno filmi çekmiştir.


2) Roman Polanski




-2. Dünya Savaşı'nda Almanmış gibi davranarak hayatta kalabilmeyi başardı.
-Karısı ve 3 arkadaşı Charles Manson ailesi tarafından canice öldürüldü.


3) D.W. Griffith



-O kadar ırkçıydı ki filmlerinde siyahi insanları kullanmak yerine beyaz tenli insanları siyaha boyatırdı.

-Saçlarının dökülmesinden çok korkuyordu. Güneşin saç foliküllerini beslemesine imkan verecek şekilde kendisi için özel olarak hazırlanmış hasır şapkalar takardı.


4) Cecil B. Demille



-Motivasyonu düşmesin diye sette mutlaka bir kemancı bulundururdu.
-Metresleri olan aktris Julia Faye ve senarist Jeanie MacPherson ile aynı anda yaşamıştır.
-Çıngıraklı yılanları vurmak için taşıdığı bir silahı vardı.
-Ravel'in Bolero'su eşliğinde çıplak kadınların yedi tül dansını yaptığı bir odası vardı.
-Kadın senaristleri ile yaptığı yaratıcı toplantılarında yeri için ayı postundan olan halısını tercih ederdi. Bunun sebebi olarak da birbirlerini daha iyi tanımaları gerektiğini söylerdi.
-Lisanslı bir pilottu. Kendi havayolu şirketi Mercury Aviation'ı kurdu. Bu Amerika’nın tarifeli seferlerle yolcu taşıyan ilk ticari havayoluydu.


5) Charlie Chaplin



-Chaplin'e benzeyenler yarışmasına katılmıştır ve yarışmayı kaybetmiştir.
-Time Dergisi'nin kapağında yer alan ilk yönetmen ve ilk aktördür.
-Kapitalizm karşıtı olduğu için ABD'den sürgün edilmiştir.
-O kadar kötü kokuyormuş ki bu yüzden bir yönetmen onunla çalışmayı reddetmiştir.
-Çorabından takım elbisesine kadar hiçbir giysisini değiştirmeden iki hafta dolaştığı bilinir. 
-Bazı giysilerini giyebildiği kadar giyip sonra çöpe atardı.
-Öldükten sonra cesedi çalınmıştır ve mezar hırsızları naaşı karşılığında fidye talep etmiştir.

6) Howard Hawks


-Casablanca'yı yönetmesi için teklif verilmişti fakat karısı senaryoyu berbat bulduğu için geri çevirdi. 
-Karısıyla ortak banka hesabındaki tüm parayı çekip at yarışlarına yatırmıştır. 

7) Frank Capra


-Birgün bir cinsel ilişkiye girdikten sonra hastalık kapmıştır. Bunun tek çaresinin sünnet olduğunu öneren doktor için arkadaşına: "Bu adam beni Yahudi yapmaya çalışıyor!" diyerek yanıt vermiştir. 
-İlk işi lisedeyken bir genelevde gitar çalmaktı. 
-En meşhur açıklamalarından biri de şudur;
"Siyahların kalbinde nefret var."

8) Alfred Hitchcock 


-Düzenli olarak ceza davalarını seyretmeye giderdi. 
-İngiltere'nin bir dönem tren tarifelerinin kalkış-varış saatlerini ezberlemişti. Buna takmış durumdaydı. 
-Değişik bir şaka anlayışı vardı. Kızı Patricia'yı dönme dolaba bindirdikten sonra en tepedeyken görevliye dönme dolabı durdurmasını söylemişti. Kızı havada asılı kalmıştı. 
-Kim Novak, Vertigo filminin setinde giyinme odasına girdiğinde tüyleri yolunmuş ve yeni öldürülmüş bir tavukla karşılaşmıştır. Alfred ise kenarda bunu gülerek izlemiştir.
-Mavi boyalı yemekli partileri çok meşhurdu. Tüm yiyecekleri ve içecekleri maviye boyatırdı. Mavi biftek, mavi patates, mavi martini... İnsanların midelerini bulandırmak onun hoşuna gidiyordu. 
-Bir ameliyat yüzünden göbek deliği dikilmek zorunda kalmıştı ve bu yüzden göbek deliği yoktu. Bunu insanlara göstererek onları korkutmaya çalışması da meşhur şakalarından biridir. 
-Papazlardan o kadar nefret ederdi ki onları canavar olarak adlandırırdı. 
-Yumurtalardan garip bir şekilde korkardı. 
"Korkmaktan öte, tiksiniyorum. O hiçbir deliği olmayan, yuvarlak beyaz şeyler... Yumurtanın sarısının parçalanıp sıvısını akıtmasından daha tiksinç bir şey gördünüz mü? Kan neşelendirir, kırmızıdır. Ama yumurtanın sarısı, tiksinti vericidir. Hiç tatmadım. "
-Setteyken içtiği çayların fincanlarını çay bittikten sonra omzunun üstünden arkaya doğru fırlatırdı.
-Çevresindeki insanların çoğu onun sinema hakkında pek bir bilgisinin olmadığını söylerdi. 
-Kadın kıyafetlerini giymekten haz alırdı. North by Northwest'in 44.dakikasında bir trende görülen turkuaz elbiseli şişman bir kadın vardır. Bunun Alfred olduğu iddia edilmektedir. 

9) Luis Bunuel 


-Evinin arka bahçesinde sıçan, maymun, papağan, şahin, yılan, Afrika Kertenkelesi ve bir sürü gri fare barındıran küçük bir hayvanat bahçesi yapmıştır. 
-Farelerin birleşmesini izlemekten ayrı zevk alıyordu.
-Grup seks tutkusu vardı. Hatta bir keresinde ev sahipliğini Chaplin'in yaptığı bir orjiye katılmıştır.
-Başına gelen bir olay yüzünden kadınların zihin okuma ve kontrol etme yetisine sahip olduğunu iddia ederdi.
-Eşcinsellerden o kadar nefret ederlerdi ki eşçinsel bir erkeği ondan hoşlanıyormuş gibi davranarak oyuna getirip dövmüşlükleri bile vardır.


10) Walt Disney



-Babası fazlasıyla despot biri olduğu için onun imzasını taklit ederek 1.Dünya Savaşı'nda gönüllü olarak Kızıl Haç'a katıldı. İleride McDonald's zincirinin kurucusu olacak Ray Kroc ile aynı Birlik'te yer aldı.
-Çizim konusunda hiç yeteneği yoktu. Yıllarca çizim yapmamışlığı bile vardır.
-Kendi evinde bir işkence odası olduğu iddia edilmektedir. En dikkat çekici olan ise çocuklar için tasarlattığı parmak ezicidir.
-Disney'in mezarı gizli tutulmaktadır. Bir rivayete göre de çözelti içinde dondurulmuş bir şekilde Disneyland'de Karayip Korsanları bölümünün altında saklandığı söylenir.


11) Leni Riefenstahl



-Hitler ile uzun süreli bir ilişkisi olduğu düşünülüyordu.
-Naziler için propaganda yapıyordu. İradenin Zaferi bunun en büyük kanıtıdır. Bu filmde kullanılan teknikler günümüzde bile görüntü yönetmenleri tarafından saygı ile izlenmektedir.
-Nazilerin önde gelen isimlerinden birçoğu Leni'nin elinde oyuncak olmuştur.
-99 yaşındayken bir belgesel çekti. Bu sayede tüm zamanların en yaşlı belgeselcisi oldu.
-George Lucas, Star Wars filmindeki birçok sahneyi İradenin Zaferi filminden almıştır.


12) Elia Kazan



-İstanbul'un Fener semtinde Elia Kazanoğlu adıyla dünyaya gelmiştir. 
-Marilyn Monroe ile bir süre birlikte olmuştur. O sıralarda Arthur Miller da Monroe'ya aşıktır. İkili seviştikten sonra Monroe'nun yatağının baş ucunda olan Arthur'un fotoğrafına hüzünlü bir şekilde bakarlar. İlginç bir ilişkileri vardı. 
-Çevresindeki çoğu kişi ondan nefret ederdi. "İspiyoncu" olarak anılırdı. Bunun nedeni ise eskiden üye olduğu Komünist Partisi'ndeki isimleri açığa çıkarmasıydı. 

13) Akira Kurosawa


-Soyu 11.yüzyıl Şogun Savaşçısı Abe no Sadato'ya kadar dayanırdı.
-Başta ressam olmayı düşünmüştü fakat yetenek sınavlarını geçemedi.
-Dodes'ka-den filmi kötü eleştiriler alınca bileklerini ve boğazını keserek intihar etmeye kalkışmıştır. 
-Hep bir Godzilla filmi çekmek istemiştir fakat kimse bunun için ona gelir sağlamamıştır. 
-2.Dünya Savaşı'nın sonlarına gelinirken Japon halkı toplu intiharı düşünmekteydi. Kurosawa, oyuncu sevgilisi Yoko Yaguchi'ye evlenme teklif etmek için böyle bir zamanı seçmişti. "Savaşı kaybedeceğiz gibi görünüyor. Eğer Yüz Milyon İnsanın Onurlu Ölümü noktasına gelirsek, nasılsa hepimiz öleceğiz. Ölmeden önce evlilik hayatının nasıl bir şey olduğunu görmek çok da kötü bir fikir değil." Yoko teklifini kabul etmiştir ve dokuz yıl evli kalmışlardır. 

14) Orson Welles 


-İç çamaşır fetişiydi. Sevgililerinden söylediği şeyleri giymelerini isterdi. 
-Evli kadınlarla yatma gibi bir alışkanlığı vardı.
-Elizabeth Short'u onun öldürdüğünü düşünüyorlardı fakat hiçbir zaman tam olarak gerçeğin ne olduğu ortaya çıkmadı.
-Alfred H. gibi değişik bir şaka anlayışı vardı. İdrar ile birleştiğinde kırmızı renge dönüşen bir karışım bulmuştu. Bir partide havuza bundan döktü ve havuza idrarını yapanları anlamış oldu. Daha sonra havuzun içinde çıngıraklı yılan olduğunu söyleyip panikle havuzu boşalttırdı.


15) Ingmar Bergman



-Ailesi o kadar katıydı ki bir kuralı çiğnediğinde tüm aile o evde yokmuş gibi davranırdı. Babası onu halı dövücüyle döverdi ve ardından günahlarının affedilmesi için babasının elini öpmek zorunda kalırdı.
-Küçükken bakıcısı onu bir morgun içine kilitlemiştir. Saatlerce orada kalmıştır.
-İsveç'teki evine bir yargıç ile bir ayakkabı tamircisinin ruhunun dadandığını iddia etmiştir.
-Kendi çocuğunu dört yıl bile görmediği zamanlar vardı. Çocuğu bir kere görüp sonra tekrar ortalıktan kaybolurdu.


16) Federico Fellini



-8½ ve La Dolce Vita filmiyle ''paparazzi'' terimini sözlüğe sokan kişidir.
-Penus isimli medyumu eşliğinde sürekli ruhlar alemi ile iletişime geçmeye çalışırdı.
-Fellini bir grup insanın gözetimi altında uyuşturucu kullanmıştır. Hatta bunun ses kaydını bile yapmıştır. Kendine geldiğinde o uyuşturucu ile tatmin olamadığını dile getirmiştir.


17) Robert Altman



-Hippiliğin gerektirdiği bütün özelliklere sahipti. Bunlarla Hollywood'da ün salmıştı.
-Öğle yemeği molasında bile geneleve giderdi.
-İlk kariyer tercihi köpeklere özel dövmeler yapan bir sanatçı olmaktı.
-Mash filminin tema müziğini 14 yaşında olan oğlu Mike yapmıştır. Altman'ın iddiasına göre oğlu yıllar içinde bu şarkıdan telif ücreti olarak bir milyon dolardan fazla kazanmıştı. Babasının filmi yönetirken kazandığı paranın on katından fazla!


18) Stanley Kubrick 



-Tipografi takıntısı vardı. Yazı tipleri üzerine devasa bir kitap koleksiyonu vardı. 
-Pinpon oynamaktan çok zevk alıyordu. Özellikle filmlerinde yer alan oyuncularını yeniyorsa. Bu onlara sette daha kolay hükmetmesi demekti. 
-Kırtasiye malzemelerine o kadar takıntılıydı ki ekibi yazışma yaparken sadece 15*10 cm'lik kağıtlardan kullanmasını istiyordu. 
-Hayvanlara karşı zaafı vardı. Köpeği hasta diye çekime aylarca ara vermişliği bile vardır. Hatta bir keresinde Full Metal Jacket filminin setinde bir tavşan ailesinin kazayla ölmesi sonucu o günkü çekimi iptal etmiştir. 
-Çoğu şeyden inanılmaz derecede korkardı. Mikroplardan korktuğu için, ekipte grip olan biri sete asla gelemezdi. Şoförünün arabayı hızlı kullanmasını yasaklamıştı. 
-Bir keresinde kendi dişçisini Bronx'tan Londra'ya getirtmişti. Dişçisinin lisansı İngiltere'de geçerli olduğu için tedaviyi Amerika Elçiliği'nde yapmak zorunda kaldılar. 
-Bir rivayete göre Neil Armstrong'un aya inme videosu tamamen sahtedir ve bu görüntüleri Kubrick yönetmiştir. Fakat buna dair bir kanıt yoktur. 



Kaynak: Robert Schnakenberg-Büyük Yönetmenlerin Gizli Hayatları