Danimarka Kraliçesi III. Margrethe ve İsveç
Kralı Carl XVI. Gustaf’ın sizlere hediyesidir…
|
Bron/Broen; özellikle ilk sezonuyla, bir diziden daha çok on
saatlik uzun bir polisiye film lezzeti veriyor. (Jeneriği yeter be.) Dizi; yarattığı derin karakterleri, özellikle Saga Noren’in asperger sendromlu
kişiliği ve Martin’in efsanevi gülümsemesi; bu ikilinin birbirlerini
olumlu-olumsuz yönde etkilemeleri, bol bol duyacağınız ve keşke bilsem de
alt yazıya mahkum kalmasam diyeceğiniz İsveççe'nin ve Danca’nın kendilerine özgü
tınıları, kuzeyin o soğuk, gri ve insanın içini kıpırdatan havası, iyi bir
oyuncu ve görüntü yönetimi, fotoğraf kalitesindeki kadrajları, her bölümde
ardıl bölümü izleme isteği uyandıran bölüm sonları ve tabiki de jenerik müziğiyle
ilk bölümden dikkat çekiyor.
Sen, kadınım... |
Karakterlere gelirsek, Ladies First. Saga Norén; biraz iş kolik, çalıştığı
insanlarla hiç samimiyet kurmayan, işten eve evden işe mantığıyla yaşayan bir kadın. Kurallara o denli bağlı ki ortağı Martin’in İsveç sınırları içinde silah taşımasını engelliyor ve
kendisi de Danimarka’da silah taşımaktan kaçınıyor. Kendisini tamamen işine
vermiş durumda. Üstlendiği bir dosya kapanmadan başka bir işe odaklanamıyor ve
yasalar çerçevesinde hareket etmeye özen gösteriyor. İş arkadaşlarıyla
diyalogları sadece iş üzerine. Özel hayatında daha önce hiç erkek arkadaşı
olmamış ve seks hayatı da sadece dürtülerinin getirdiği bir aktiviteden ötesi değil. Beraber
yaşadığı kız kardeşi intihar edince daha da içine kapanmış. Bu olaydan sonra
tanık olduğu intihar vakalarında sık sık “İntihar eden kişilerin çoğunun
davranışlarında intihar eğilimi görülmemiştir.” cümlesini kullanıyor. Genelde
hep aynı kıyafetleri giyiyor, masasının çekmecesinde her zaman yedek bir tişört
bulunuyor, üstünü yerinden kalkmadan
değiştirebiliyor çünkü kimi zaman masasından kalkamayacak kadar meşgul olabiliyor.
Koktuğunu hissetmediği zamanlarda ise tişörtünü değiştirme gereği duymuyor, hiç makyaj yapmıyor ve güzelliğinin
farkına varmaktan kaçınıyor. Kendisi otizmin bir çeşidi olan Asperger sendromuna sahip. (Bu
dizide hiç bahsedilmeyen ancak belirtileri gösterilen hastalık; sosyal etkileşimde önemli zorluklar, sınırlı iletişim, stereotipik ilgi ve etkinliklerin tekrarı olarak tanımlanan otistik
spektrum bozukluklarından biri. )
Abim senin yüzün hep gülsün.. |
Dizi ilk başlarda Saga üzerinden ilerliyor gibi görünse
de sezonun ortasından itibaren Martin ağırlık kazanıyor. Martin, Saga’nın
aksine kötü bir polis. Büyük bir boşluk içinde yüzüyor. Saga gibi
kurallara bağlı değil. Özel hayatı ise karman çorman. Üç evlilik yapmış, bütün eşlerini aldatmış ve bu
evliliklerinden çocukları var. İyi bir
baba olduğu da söylenemez ve belki de bu yüzden vasektomi ameliyatı oluyor.
Kadınlara düşkünlüğünün geçmişte başına belalar açmış olmasıyla birlikte Saga’ya
ilgisi arkadaşça bir ilgiden başka bir şey değil. Saga’nın marjinal
kişiliği Martin’in Saga’yı kendisine yakın bulmasının sebeplerinden birisi.
Bölümler ilerledikçe Martin, varlığıyla ister istemez Saga’nın kişiliğine etki
etmeye başlıyor.
(Evet, dikkat ettiğiniz gibi Saga’yı satırlarca anlatmışken Martin biraz daha kısa sürdü bu benim Saga’ya kişisel hayranlığımın eseri.)
(Evet, dikkat ettiğiniz gibi Saga’yı satırlarca anlatmışken Martin biraz daha kısa sürdü bu benim Saga’ya kişisel hayranlığımın eseri.)
Go on, do your duty... |
Tabii bu güzide dizimiz de her güzel şey gibi Amerikan dizi
sektörünün dikkatini çekiyor ve FX kanalında The Bridge isimli uyarlamasıyla seyirci
önüne çıkıyor. Amerikan uyarlaması yetmiyormuş gibi (Hadi Amerikan izleyicisi
tembel, gidip İskandinav dizisini bulup izlemez anlarım ama) bir de Fransızlar
ve İngilizler The Tunnel diye uyarlıyorlar bunu. The Tunnel; iki uyarlama
arasında birçok yönden The Bridge’den daha doyurucu bir seri, hem de başrolünde
tanıdık bir isim var, Stephen Dillane yani Stannis Baratheon is the one true King of Westeros.
Uyarlamalardan bahsederek konumuzdan şaşmayalım. Ben şahsen uyarlamalardan uzak
durarak orjinal dizimizdeki bu tadı bozmamanızı tavsiye ederim. Bron/Broen, ilk bölümlerinde katil
zanlısının derdinin toplumla ve bu topluma zarar veren kişilerle olduğu
izlenimiyle başlayıp izleyiciyi kendine bağlasa da son üç bölümde ters köşe yapılarak katilin sorununun kişisel olduğunun ortaya çıkması, biraz hayal kırıklığı
yaratmıyor değil. Konusunun sonlara doğru yarattığı hayal kırıklığı, iyi
yazılan ve mükemmel oynanan karakterleriyle hemen unutuluveriyor. (Bu yazıda
uzun uzun Saga Noren övmek isterdim ama söyleyeceğim her şey spoiler
olacağından bundan kaçınmaya çalışıyorum.) Başroldeki iki karakterin de hayatlarının arka planı, dünya görüşleri ve kişilikleri bölümlerin
ilerlemesiyle paralel bir seyirde yol almaya başlıyor ve birbirlerine birer yabancı olan
dedektiflerimiz sezonun sonunda yaşadıkları olayların da etkisiyle kendilerini
birbirleri için endişelenen ve birbirlerini olumlu-olumsuz anlamlarda
tamamlayan iki arkadaş olarak buluyorlar. İlk bölümden son bölüme kadar
azalmayan heyecan, sezon finalinde izleyiciyi senaryonun gücüne ve gerçekliğine hayran bırakarak
tavan yapıyor. Böylece ilk başta tek sezonluk bir proje olarak düşünülen
dizimiz yakaladığı başarıyla beraber ikinci sezonunu ekrana taşımayı başarıyor.
Saga
Noren, länskrim, Malmö
|
Bu başarıda, dizinin yayınının yapıldığı kanal olan aynı zaman da dizi için hiçbir masraftan kaçınmayan İsveç devlet televizyonu SVT’nin de payının büyük olduğunu belirtmeden geçmeyelim. (SVT beni işe al.) Diziye reklam almayarak, sadece kanalı izleyenlerden para alarak, profesyonel ve hükümetten özerk yönetimiyle iş ahlakı benimseyen İsveç’in SVT’si varken bizim TRT’miz ve Son Çıkış’ımız var.
İkinci sezonumuzda soruşturmanın kapanmasıyla ve yıkım getiren olaylar sebebiyle 13 ay gibi uzun bir süre birbiriyle görüşmeyen Saga ve Martin yine ortak bir soruşturmada bir araya
geliyor. Bu sefer soruşturmanın sebebi kıyıya oturan bir kuru yük gemisi, içindeki esir alınmış insanlar ve damarlarında dolaşan bir Orta çağ virüsü. İlk sezondan farklı olarak, karakterlerimizin
hayatlarında bazı radikal değişimler olmuş ama bu, aralarındaki uyumu ya da
sizin onlara hayranlığınızı etkilemiyor. Bu sefer ikinci sezonun ilk bölümüyle, gizemin hemen çözüldüğü kötü polisiye romanı izlenimi veren ve ‘bak işte hemen
içine etmişler dizinin, hani lan heyecan?!’ diye düşündüren dizi, yine heyecanın süreceğini
anlatan bir bölüm sonuyla izleyiciyi yakalıyor. Özellikle ikinci sezonun üçüncü
bölümünün ardından izleyici diğer bölümleri daha çabuk izlemek istiyor. İkinci
sezon benim için ilkinden daha doyurucu, bunun sebeplerini izleyince siz de çok
iyi anlayacaksınız. İkinci sezon da dünya genelinde kitleleri kendine hasta
edip, Avrupa pazarlarında 'Saga'nın Deri Pantolonu Geldi' yazıları belirmeye başlayınca kanal başrol oyuncularına teklif yapılacağını ve kabul ederlerse Bahar
2015’de üçüncü sezon için çekimlerin başlayacağını duyuruyor. Saga’mız
Noren’imiz Sofia Helin teklifi kabul etse de Martin Rohle rolündeki Kim Bodnia abimiz
teklifi reddediyor. (Senaryo açısından mantıklı bir hareket.) Ve, bu yazının yazıldığı şu günlerde
kanal Eylül 2015’de dizinin üçüncü sezonunun başlayacağını duyurdu.
Bron/Broen, bizim gibi kuzey ülkelerine hayranlık besleyen, polisiye
eksikliği çeken, hem estetik hem doyurucu ürünleri izlemek isteyen ve az
kişinin bildiği çok güzel şeyleri arayan insanlar için biçilmiş kaftan. Size
arama motorunuza “Bron/Broen 720p İzle” yazarak bu kaftanı giymek ve aşağıdaki jeneriği
izledikten sonra ‘ya bu negzel şarkıymış’ diyerek “Choir of Young
Believers - Hollow Talk” dinlemek kalıyor.
Sevgiler.
mail: mehmetcanmicik@gmail.coım
twitter : twitter.com/isupergeil
vimeo : vimeo.com/canmicik
0 yorum:
Yorum Gönder