Ana akım sinemanın temelleri ile oynarken,
avrupa sinemacıları da sanat parçalarken seyirciler şaşkınlık içinde onları
izliyordu. Batı sinemada devrim yaparken herkes doğu susuyor sanıyordu. Halbuki
doğu hepsinden çok daha fazla bağırıyordu; resmen çığlık atıyordu. Gözünü
batıya dikmiş seyirci, doğunun filmlerini görmedi. Zaten sorun şu ki; Doğu
filmlerini göstermeyi bir türlü başaramıyordu. İşte ana sıkıntı buydu; Ana Akım
ve Avrupa sinemacıları çatır çatır film yaparken doğu sinemacıları resmen film
yapmak için takla atıyordu. Yaptıkları filmleri de göstermek için binbir türlü
oyunla uğraşıyorlardı. Avrupalı yönetmenler keyiflerinin resimlerini çizerken
doğulu yönetmenler neden filmleri yayınlayamadıklarının resmini çizmeyi tercih
etti. Zaten başka bir konuya değinselerdi saçma olurdu. İşte burada değinmek
istediğim konu şu: Doğunun; kayıp toprakların önemli sinemacıları.
Hepimiz biliyoruz ki doğuda yaşam insanlar için
çok zor. Ülkelerin ekonomik sıkıntıları bir yana, ahlaki baskılar yüzünden
zorlaşan bir yaşam ile mücadele ediyor insanlar. Bu zorlukların arasından
çıkıp, yaşadıklarını anlatmak isteyen cesur yönetmenler oldu. Bunların ilki
tabii ki Asghar Fahradi'dir. Avrupa'da
da film yapmış olmasına rağmen filmlerinde hep bir doğu karakteri vardır.
Bizzat İran'da yaptığı filmlerinde ise, bunların başını Darbareye Elly çeker, hep İran'ın esasında sevgi dolu insanlardan
oluştuğunu göstermeye çalışır. Filmi izlerken burası nasıl olur da İran diyor
insan. Fahradi ülkesinin insanlarının esasında güzel insanlar olduklarını,
sevgi dolu olduklarını anlatmaya çalışıyor. Kendisinin ülkesini ne kadar
sevdiğini Nadir ile Simin: Bir Ayrılık adlı filmi ile aldığı Oscar ödülü için
yaptığı konuşmasından çok iyi bir şekilde anlayabiliyoruz: "Bizler önemli
bir ödül aldığımız için mutlu değiliz. Ama bir taraftan savaş çağrıları
yapılırken, yabancılaştırma olurken, siyasetçiler birbirleriyle kavga ederken
ve İran ülkesinin ismiyle müstesna kültürü unutulmuşken, bu ödülü kazanmış
olmak ve adımızı duyurmak bizi mutlu ediyor. Ülkemin halkı bütün medeniyetlere
saygı duyar ve düşmanlığı karşıdır."
2. çığlık: Abbas Kiyarüstemi tabii ki. Godard'ın
hakkında "sinema Griffith ile başlar Kiyarüstemi ile biter" dediği
kişidir. İran sinemasının tanınmasını sağlayan kişi de sayılabilir. Şiirsel
anlatımı ve de sürekli araba içinde geçen filmleri ile birazcık sıkıyor da olsa
komşuda böyle bir yönetmen olması gurur verici. Kirazın Tadı adlı filmi ile herkesin diline düşen Abbas, İran'ın
çığlıklarından sadece biridir, izlenmelidir. 3. çığlık ise Bahman Ghobadi'dir. Kaplumbağalar
da Uçabilir'i hala izlemediyseniz hemen ekran başına. Kendisinin Kimse İran Kedilerinden Bahsetmiyor adlı
filmini internette paylaşan bir kişi filmin yanına bir de şöyle bir not
düşmüştür: "Bu filmi paylaşıyorum çünkü İran'da sinemada gösterilmesi
yasak, istediğiniz kadar paylaşın. Yalnız iki şey istiyorum biri büyükçe bir
ekranda iyi bir ses sistemiyle izleyin, ikincisi paylaşıyorum çünkü filmde
anlattığım gibi çocuklar var ya onlar gibilerini gördüğünüzde lütfen ellerinden
tutun.. Çünkü İran'ın kurtuluşu onların elinde, sanatçıların elinde." Bahman
filmlerinde İran'ın bütün kötü yanlarını göstermeye çalışır. Özellikle
filmlerinde oynattığı kişiler esasında kendi gerçeklerini yansıtmaktadırlar.
Oynattığı küçük çocuklar çok cesurdur, İran'ın halinin net birer portresini
oluştururlar.
4. çığlık, Yusuf Şahin. İran'a tekrar geri dönücem
ama önce Mısır'a sert bir giriş yapıyorum. Yusuf Şahin de aynı İranlı
yönetmenler gibi ülkesinin vahimiyetini gözler önüne sermeye çalışan, bunu sert
ve imgesel yapan biridir. Kahire
İstasyonu, Mısır'ın sosyal durumunu en güzel anlattığı filmlerinden
biridir. Mısır'da dönemin en hassas konularına parmak basan Yusuf, genellikle
filmlerinde toplumsal algıları ve ahlaki sorunları sürekli vurgulayarak içinde
bulundukları durumu izah etmeye çalışmıştır. 5. çığlık, hepsinden çok daha
uzakta olan biri; Satyajit Ray.
Hindistan denince akla Bollywood gelmektedir lakin Ray onlardan çok daha farklı
bir konumdadır, hatta Hindistan sinemasının en üst mertebesidir. Filmlerinde
ülkenin toplumsal sorunlarını gözümüze gözümüze sokar. Özellikle Apu üçlemesi
Hindistan'da sinemanın kilometre taşı olmuştur. Yol Türküsü adlı filmini izlemediyseniz, ki çok fazla bilen yoktur,
buyrun ekran başına. Babası gurbete para kazanmaya giden Apu'nun yoksulluk
içinde Annesi, kardeşi ve yaşlı halası ile hayatta kalma mücadelesini
anlatmaktadır Yol Türküsü.
O zaman tekrar İran'a
bir geri dönüş yapalım ve özellikle bahsetmek istediğim bir çığlığa değinelim:
6. çığlık, Cafer Penahi. Neden
kendisine özellikle değinmek istiyorum? Çünkü İran devleti kendisine ev hapsi
verdi ve 20 yıl film yapmayı, yazmayı yasaklamıştır. Ne için? İran insanlarının
isteklerini, haklarını filmlerinde gösterdiği için. Ofsayt adlı 2006 yapımı filmi, kadınların stadyumlara giriş
yasağını anlatmaktadır. İran 2006 Dünya Kupasına kalabilmek için son maça
çıkacaktır; futbol fanatiği olan kızımız da yasağa rağmen illa ki maça
gidecektir. Çare erkek kılığına girip maça girmektir... Penahi, rejim karşıtı
bir film yaptığı şüphesiyle İran hükümeti tarafından eve mahküm bırakılmıştır.
Eve hapsolmasından sonra 61. Berlin Film Festivalindeki jüriliğini yapamayan
Penahi, o gün orada çok duygusal bir mektup ile anılmıştır: "Diktatörlüklerin
hayalleri de yasaklayabileceğini gördük. Beni sessizliğe mahkum ettiler. Görmemeye,
düşünmemeye, film yapmamaya mahkum ettiler. Beni gerçeğin katı dünyasına mahkum
ettiler, artık rüyalarıma sizlerin filmleriyle bakacağım." Ama sinema öyle
bir aşk ki, Cafer Penahi evinde hala senaryo yazıyor ve ulusal yarışmalarda
ödül almaya devam ediyor. O, İran'daki kısıtlamaları sinemaya aktararak çığlık
atan diğer cesur ve öncü sanatçılardan biri.
7. çığlık, son isim, Haifaa Al-Mansour. Haifaa neden yazımda
yer alıyor? Çünkü Haifaa, Suudi Arabistan'ın ilk kadın yönetmeni hatta Suudi
Arabistan'da çekilen uzun metrajlı filmin sahibidir. Ülkesinde film çekmek ve
göstermek yasak olmasına rağmen film çekmiş ve bunu gösterime sokabilmiş büyük
bir çığlıktır kendisi. Yaptığı Wadjda
adlı film ile büyük ses getirmeyi başardı. Filmde, 11 yaşındaki Wadjda'nın
istediği bisikleti almak için verdiği mücadeleyi izliyoruz. Esasında Wadjda,
Arabistan'ın toplumuna ters bir kızdır. Gezmek, eğlenmek, araştırmak isteyen
meraklı ve sevimli bir kızdır. Bir gün oyuncakçıda karşılaştığı bisikleti almak
ister ama hem parası yoktur hem de Arabistan'da kızların bisiklete binmesi hoş
karşılanmamaktadır. Buna rağmen Wadjda pes etmeyecektir ve bisiklet parasını
kazanmak için okulun düzenlediği Kur'an okuma yarışmasına katılacaktır.
Arabistan'ın kadına bakış açısını 11 yaşındaki Wadjda ile anlatan Haifaa, sırf
bu filmi yaptığı için bile gayrı resmi olarak intihar etmiş sayılır.
Ana akım gişe, Avrupa
sanat yaparken doğu, toplumsal sorunlara odaklanmıştı. Onların sorunları maddi
değildi. Onların sorunları tinseldi. Cesur yönetmenlerin önderliğinde
ülkelerinin sosyo-ekonomik sıkıntıları ve manevi sorunları perdeye yansıtıldı. Bir
Bahman Ghobadi filmi izleyince ya da Cafer Penahi filmi izlediğinizde İran'ın
temel sorunlarını açıkça görebiliyorsunuz. Esasında bu yazının sonunda şöyle
bir soru sormak gerek. Ülkesinde sorunları olan tek ülke İran mı? Neden bizim
ülkemiz 'toplumsal gerçekçilik' ilkesini fazla benimsemiyor. Bizde her şey
harika mı? Bizim yönetmelerimiz de biraz cesur olsa, birazcık gerçekleri
perdeye yansıtsa kötü mü olur? Soruyorum size; baskıyı iliklerine kadar
hisseden bu insanlar cesurca hareket ederken, neden bizim eli cebinde rahat
insanlarımız hala bir çığlık olamadı?
*Karantina Dergisi 2. sayısında yayınlanmıştır
*Karantina Dergisi 2. sayısında yayınlanmıştır
0 yorum:
Yorum Gönder