26 Eylül 2015 Cumartesi

Bu yazımızda sizlere biraz İrlandalı illüstratör, karikatürist ve aynı zamanda bir film yapımcısı olan Tomm Moore'u tanıtmayı amaçladık;

Kendisi elinden çıkan filmlerde, senaryolarının mistikliğiyle birlikte eşsiz bir Kelt müziği ve yaratıcı çizimleriyle izleyiciyi hipnoz etmeyi başaran bir yönetmenimiz. Karakterlerdeki naiflik, doğanın filmde kullanımı ve sübliminalleriyle, büyüklere masallar tadında konularını ele almayı tercih ediyor. 





Aynı zamanda da Cartoon Saloon adında bir animasyon stüdyosunun kurucularından. Stüdyo iki uzun metraj filme adını yazdırmış. Filmlerden ilki; kitaplarını ve hayatlarını Vikingler'den korumaya çalışan bir topluluğun hikayesi;


The Secret of Kells (2009)




  İkincisiyse iyiliğin ve umudun hikayesi; 

 Song of the Sea (2014).




İki film de animasyon dalında Oscar’a aday gösterilmiştir.  

Gösterilmeseler üzülürdüm zaten! Çizgi filmler hemen hemen hepimizin çocukluğundan kalan büyülü bir parçadır. Pazar sabahları kahvaltılarını uzatanlar, yıllar sonra bile, saçma sapan bir kıyafet görüp ‘Kaptan Mağara adamının bir arkadaşı vardı böyle beyaz giyen?
diye sorabilir ve cevap alamayabilir. Kısacası az çok hepimiz çizgi filmlere bağlıyız. Hala görsek bir yerde, sesimiz çıkmadan oturup izliyoruz. 





Yeni teknoloji ve animasyonlar genelde çocuklar için yapılsa da, en çok yetişkinler bekliyor filmlerin gelmesini. Bence bu bir yerde içindeki çocuğu besleme ritüeli. Hayat şartları, ‘Büyüdün artık sen’ diye başlayan baskılar, hayatın monoton grilerden oluşması- biz de öyle 50 ton falan da yok- derken her insan büyülü bir çizgiye ihtiyaç duyuyor.

Tam bu esnada; hayatta her şeyden sıkılıp küfürler yağdırdığınız, hak etmediğinizi düşündüğünüz ve dayanamıyorum noktasına geldiğiniz anlarda çizgi film izlemenizi tavsiye ederim. Çünkü her şeyi unutturup, masal dünyasına geri girmenizi sağlayacak kadar iyidirler. 


The Secret of Kells, Hristiyan tarihinden esinlenen bir hikaye. Tüm İrlanda, Vikinglerden korkuyor. Vikingler yağma, zorbalık ve yıkımla dehşet salıyor. Korunmaya çalışan diğer şeylerden biri de Kells manastırı. Kültürünü korumaya çalışan Başrahip Cellach; umutsuz, karamsar, cesur bir karakter. Durmaksızın manastırı ve kasabayı koruyacak duvarlar örmek ve ördürmekle meşgul. Başka rahiplerde var ve onların sahip olduğu bir büyülü efsane. Bu efsaneyi Brendan’a anlattıklarında her şeyin değişeceğinin farkında değiller. 

Iona kitabından (Book of Iona) ve kitabın yazarı Aidan’dan. Ufak bir araştırma bu kitabın İncil olduğunu söylese de çizim kitabı kıvamında. Kitapla ilgili hikaye anlatılırken, Aziz Columban emriyle yazılmaya başlandığı ve diğer kitaplardan daha üstün olduğunu anlatıyorlar. Ve kitabı yazan kişinin insan üstü yetenekleri olduğuna inanıyorlar. Sayfaları ışık saçıyor ve günahkarsanız kitabı açtığınızda kör oluyorsunuz. Yani kitap cennetin öteki yüzü olarak anlatılıyor.

Üstat Aidan’ın Kells Manastırına kedisi Pangur Ban ile gelmesiyle, Brendan’ı bu gizemin içine çekmesi bir oluyor. Brendan merakına yenilip, Aidan’ın odasına, kitaba gidiyor.

Anlatılanlardan dolayı kitap, Brendan’ın gözünde mucizevi ve tanrısal. Bence filmin esas anlattığı durum bu. Aslında müzice olarak gördüğümüz şeyler bizden fazlası değil.

Üstat Aidan, Brendan’a bunları anlatırken ‘karanlığı aydınlığa çeviren’ ve hiç yazılmamış görkemli bir sayfadan bahsediyor; Qui Ro sayfası. Ve Brendan’dan yardım talep ettiğinde hikaye başlamış oluyor. Yaşlı bir meşe ağacından tohum toplamasını istiyor. Ağaçlar, duvarın dışındaki tehlikeli ormanda. Brendan için zor bir karar; çünkü duvarlardan çıkması yasak. Brendan bu teklifi kabul ettiğinde, büyülü bir yol onu bekliyor.


Kararını verip, ormana girdiğinde ormanın sahibiyle ve perisiyle karşılaşıyor; Aisling. Orman perisi Brendan’a tohumları bulması için yardım ediyor. Eğer doğa seviyor, ağaca tapıyorsanız filmin bu kısmı gerçekten muazzam! 

Mürekkep yapılıyor, kitap yazılıyor bu sırada Viking baskını oluyor. Brendan kitabı bitirmeye ormanda devam etmek zorunda kalıyor. Kitap eninde sonunda yazılıyor ve gelecek nesiller için bir umut kapısı açılıyor. 



Yönetmenin ikinci filmiyse ‘Song of the Sea’. Film baştan sona mitler, Kelt müzikleri, büyüler, periler ve devler üzerine kurulu.

Tüm bu klasik konulara rağmen, film başlangıcından itibaren izleyiciyi içine alan ve bitişinde “rüyadan uyanmış” etkisi yaratan bir animasyon.

Deniz fenerinde yeni doğacak kızlarının odasını 4 yaşındaki oğlu Ben ile boyayan ve bu sırada hikayeler anlatan Bronagh; karanlık, fırtınalı ve kasvetli bir gecede kızlarının doğumu sırasında ölür ve arkasında darmadağın olmuş bir aile bırakır.


Bu trajik olaydan altı yıl sonra Saoirse hala konuşamıyor, Conor karamsar bir baba ve Ben annesinin ölümüne sebep olduğunu düşündüğü ve babasının tüm ilgisinin Saoirse’da olduğunu hissettiği için kız kardeşinden nefret ediyor. Saoirse’nun doğum gününde büyük annesinin şehirden gelmesiyle olaylar başlıyor. 


Bronagh’ın Ben’e verdiği ve ‘denizlerin şarkısını dinleyebilirsin’ dediği deniz kabuğunu bulan Saoirse’nun içgüdüleri harekete geçiyor ve aslında bir Selkie(fok kızı) olduğunu fark ediyor.

Bronagh’ın anlattığı hikayeler gerçek oluyor ve bu zorlu yolda Saoirse’ya yardım edebilecek tek kişi Ben ve köpekleri Cu. Büyük anne çocukları şehre götürüyor, bundan perilerin ve baykuşların haberleri oluyor. Bu sırada Ben, köpeği Cu’ya ulaşmak için deniz fenerine dönme planları kuruyor. Planlar gerçekleşirken, efsaneler planın içine giriyor. Bu büyülü yolculuk sırasında Ben Ulu Searachai’den yardım alıyor çünkü o hikayeleri besleyen ve tamamlayan bir kök gibi. Baykuş Cadı Macha, periler, kavanozlara hapsolmuş acı çeken ruhlar, taşlaşmış bedenler. Hepsinin tek bir kurtuluşu var Saoirse’nin kendine gelmesi ve şarkı söylemeye başlaması.

Filmin dikkat çeken noktalarından biri hiç kötü karakter yok. Eylemler kötü gibi görünse de temel de kocaman iyilikler üzerine kurulu. Ama asıl iyiliğin umut olduğu anlaşılınca tüm kördüğümler çözülüyor. Karakterler arası benzerlikler rahatsız etmeyecek bir kıvamda işlenmiş. Baykuş cadı Macha’nın dev oğlu ve Conor, büyük anne ve Macha, Ulu Searachai ve deniz fenerinde yaşlı gemici aslında aynı hikayelerin farklı versiyonları gibi.

İki film de yönetmenin masal anlatma ve yetişkinlere umudu hatırlatma açısında çok başarılı. Bildiğimiz, her mimiği vermeye çalışan animasyon türü yok. Parlak renkler, cılız seslerde. Çizgileri ve renkleriyle cümbüş gibi. Perspektif kavramını alaşağı eden bir havası var. Ve müzikler bu temayı tamamlayan son nokta. Hikayelerin gerçekliği, kültürün bereketi ve iyilik filmlerin her zerresinde izleyeni hayran bırakıyor.

Son olarak Song of the Sea filminin başlangıcında ki şiir, hayalperest hücreleriniz için.

"Gel buraya insan yavrusu,

Doğaya ve denize,

El ele verip periyle

Kurtar kendini;

Aklının alamayacağı kadar gözyaşı dolu o dünyadan."

 



F. 

0 yorum:

Yorum Gönder